Novo // Mayıs IV


Haftanın Gelişmeleri /////////


*Netflix’in popüler dizisi Stranger Things’in 4. Sezonu için ilk fragman yayınlandı. Pandemi nedeniyle verilen kısa aranın ardından ekim ayında yeniden başlanılan 4. Sezon’un yayın tarihi ise Haziran veya Temmuz aylarında olacak. 2016’da yayınlanmasından bu yana Stranger Things, Emmy, Altın Küre, Grammy, SAG, DGA, PGA, WGA, BAFTA gibi birçok prestijli ödüle sahip olmayı başarmıştı.


*Louis Vuitton, Automobile Club de Monoca ile yıllara yayılacak yeni iş birliklerini duyurdu. İş birliğinin ilk adımı olarak lanse edilen resmi kupa taşıma çantası, 20 – 23 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek F1 Monaco Grand Prix’i kazananına takdim edilecek kupayı taşıyacak. Louis Vuitton’un Asnières atölyesinde el işçiliği ile üretilen bu taşıma çantası, markanın geleneksel zanaat anlayışını sergilerken, ilhamını ise bu yıl 78. yılını kutlayacak olan Formula 1 Monaco Grand Prix’inden alıyor. 


*Louis Vuitton’un ilk basketbol koleksiyonu NBA iş birliği ile karşımıza çıktı. Sportif ve şık ürünleri içeren bu ortak koleksiyon, 90’ların basketbol çılgınlığının büyük bir coşkuyla yansıtmasının yanı sıra, moda ve basketbol severleri de aynı çatı altında toplamayı amaçlıyor. Louis Vuitton’un klasikleşmiş LV monogramının renkli motiflerle buluşturulduğu koleksiyon, siyah-beyaz deri kolej ceketi, LV monogramı ve NBA logosunun sunulduğu ayakkabı ve file detaylı çantalar ile birleştirilerek adeta görsel bir şölen vaat ediyor. 28 Mayıs tarihinde satışa sunulacak koleksiyon, şimdiden heyecan yaratmayı başardı.


*Son zamanlarda yaptığı iş birlikleriyle adından sıkça söz ettirmeyi başaran Gucci, bu kez yeni bir koleksiyon için Anime dünyasından tanıdığımız Crunchyroll şirketi ile bir araya geldi. Muzda yaşayan minik kedilerin hikayesini anlatan Bananya anime dizisinden ilham alınarak hazırlanan koleksiyon, Gucci’nin ikonik renkleri ile Bananya’nın sevimli kedi karakterleri bir araya getirerek anime ve moda severleri aynı noktada buluşturuyor. 


Yazarlar/////////Röportaj


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE GEZİ YAZINI – SERDAR KÖLÜRBAŞI RÖPORTAJI

Kardelen Genç

Geçmişten günümüze gezi yazıları, Türk ve Dünya edebiyatında büyük yere sahip. Peki gezi yazıları günümüzde yerini gezi videolarına mı bırakıyor? Gelişen teknoloji ile birlikte değişen dünyadan seyahat yazarları da payını aldı diyebilir miyiz? 
Bu ve bunun gibi soruları, turist rehberliği yaptığı dönemlerde hobi olarak başlayan yurtdışı seyahatleri, zamanla  gezdiği 133 ülke ile birlikte, profesyonel hayatına yansıyan Serdar Kölürbaşı’na sorarak günümüzde seyahat yazarlığını konuştuk.

Öncelikle neden seyahat yazarlığı? Çağdaş edebiyattan seyahat yazarlığını nasıl ayırırsınız?

Ben seyahat ederken bir yeri anlayabilmek adına çok fazla not tutuyorum. Bu notları öncesinde ve sonrasında yaptığım araştırmalarla, seyahat ederken ki duygularımı da mümkün olduğunca sentezleyerek edebi yönünden ziyade bilgi tarafıyla, sıkmadan okuyucuya aktarmaya çalışıyorum. Çağdaş edebiyatta yazar kendi duygularını dilediği gibi karşıya yansıtırken seyahat edebiyatında yazarın okuyucunun hislerine ya da hissedebileceklerine çok aykırı şeyler yansıtmaması gerekiyor.

Eskisi kadar okumadığımız, fakat daha çok izlediğimiz bir dünya inşa etmeye başladık. Seyahat yazarlığının seyahat videolarına dönüşümünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gezi videolarının, gezi yazısı ya da gezi kitaplarının yerine tek başına geçebileceğini düşünmüyorum ancak mükemmel bir tamamlayıcı.

Herhangi bir gezi yazısını okurken size yazarın öznel olarak sunduğu duygularından sentezlediklerinizi bu videolarla destekleyerek o yere gitmeden kendi duygularınızı oluşturabiliyorsunuz. Ama tabii ki o yere fiziken gidip elle dokunarak, çıplak gözle görerek tamamen kişisel tecrübeleri,  duyguları oluşturmak gibisi de pek mümkün değil.

Değişimden bahsetmişken, siz de bu dönüşüme ayak uyduruyor musunuz? Sosyal medyada görünürlüğünüzü ve profilinizi bu değişimleri göz önünde bulundurarak şekillendiriyor musunuz?

Elbette dönüşüme bir şekilde uyum sağlamak lazım. Ne en güçlümüz ne en akıllımız sadece ve sadece en iyi uyum sağlayabilenimiz geleceğin bir parçası olacak. Ben de unutulmak istemiyorum.

2021’de Peru: İnkaların Günümüze Mirası isimli bir seyahat kitabınız yayımlandı. Son bir buçuk seneyi göz önünde bulundurduğumuzda özellikle böyle bir zamanda gezi kitabı yayımlamanızın ardında yatan neden nedir?

Pandemi öncesi yaklaşık iki yılımı Peru da geçirmiştim ve çok fazla notum,  yazım vardı. Bu sakin dönemde bu notları derleyip hazırlama şansım oldu. Yayıncım da bu evlere hapsolduğumuz dönemde bir gezi kitabının üzerimizdeki olumsuz havayı biraz olsun değiştirip bizi uzaklarla ilgili hayal kurmaya sevk edeceğini düşündü. Kitap bu sayede vücut buldu.

Pandemi ile birlikte gelen seyahat kısıtlamasını bir seyahat yazarı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Pandemi sonrasında seyahat yazınını neler bekliyor?

Benim gibi yılın 300 gününü uçakta geçiren biri için evde kalmak zor. Elbet bu günler geçecek. Daha görülecek çok yer yazılacak çok fazla şehir, ülke var.

Yayımlanmış üç kitabınız var. Bunlar sırasıyla Japonya, Güney Afrika ve Peru’yu konu alıyor. Gezdiğiniz 133 ülke arasında bu ülkeleri seçmenizdeki nedeni öğrenebilir miyiz?

Elbette bir kaç kere gittiğiniz bir ülke ile ilgili kitap yazamazsınız. Bu 3 kitap benim ayrı ayrı uzun yıllarımı geçirdiğim ülkelerle ilgili. Japonya ve Peru da 2 şer sene Güney Afrikada 1, 5 sene kaldım.

Son olarak seyahat yazarlığını tecrübelemek isteyen yazar adayları için neler söylemek istersiniz? Ve dördüncü bir kitap gelecek mi bunun da müjdesini verebilir miyiz buradan okurlarınıza? 

İranda yaşadığım yıllar boyunca tuttuğum notlarım var kimbilir belki bir gün onlar da kitap halini alır. Gezmek bir virüs, vucuda girdikten sonra hızla yayılıyor. Gezme virüsünü vucuduna almış olanlar tekrar gezmeye kısa süre içinde başlayacaklardır ben buna eminim. Gezerken özellikle gezilen yerin adetleriyle alışkanlıklarıyla  ilgili bol bol not tutulup bunların kişiye hissettirdikleriyle ilgili yazılar yazılmasını öneririm.

Serdar Kölürbaşı’nın Küsurat Yayınları’ndan yayımlanmış üç kitabı bulunmakta:
Japonya: Modern Bir İmparatorluğun Anatomisi (2017)
Güney Afrika: Kıtanın Gökkuşağı (2018)
Peru: İnkaların Günümüze Mirası (2021)


Yazarlar/////////Sinema


MODERN ZAMANIN YALNIZLIĞI; FRANCES HA

Aysu Mısır

Hayatımız boyunca hayaller kurarız ve o hayalleri gerçekleştirmek için çabalar dururuz. Bazen olmayışlarını kabulleniriz ama içimizdeki o umuttan yine de kurtulamayız. Hayal deyince akıllara her zaman büyük ve gerçekleştirilmesi zor olanaksız şeyler gelir. Ama öyle değildir oysa. Kendine ait bir evin olması veya kendini bir yere ait hissetmek gibi; küçük gözüken ama anlamı büyük hayaller de vardır hayatta. Bu sıradan hayallerin yolu;  hayatın ana damarlarından biri olan özgürlüğe çıkar hep. Özgürlük; en bağımsız hissettiğimiz anda bile hayalini kurduğumuz bir histir. Özgürlüğü istemekten asla vazgeçmeyiz, her ne kadar bazı şeyleri kabullenip kabuğumuza çekilsek bile.

Noah Baumbach‘ın yönettiği 2013 yapımı bir film olan Frances Ha, bizlere tam anlamıyla, sürekli istediğimiz ve aradığımız özgürlüğün; onu ne kadar kovalarsak, bizden bir o kadar kaçacağını anlatan bir hikaye. Filmde, Frances’in kendine ait bir evi olması ve mesleği olan dansçılığı yapabilmek için verdiği küçük bir savaşı izliyoruz. New York sokaklarında, özgürlüğün buram buram hissedildiği bu kentte; kapana kısılmış bir ruhu temsil ediyor Frances. Oldukça iyi ve saf olan kalbi yüzünden; insanlara hemen güveniyor, belki de güvenmek istiyor. Çünkü kalbinde daima bir “ev” arayışı var. Bu ev; dört duvarı ve çatısı olan bir ev değil sadece, ruhunu da kaplayacak olan bir sevgi arayışı. Bu arayışı yüzünden daima insanlar için, kendi hayatını feda ediyor. Fakat bunun karşılığında, insanlar onu kendi çıkarları için hemen gözden çıkarabiliyor. Kısacası günümüz insanının kısa bir özetini sunuyor bizlere yönetmen Baumbach.

Örneğin; en yakın arkadaşı olan Sophie ile aynı evde yaşıyorlar. Sırf Sophie’ye verdiği söz nedeniyle, onunla aynı evde yaşamak isteyen erkek arkadaşını ardında bırakıyor Frances. Fakat birkaç gün sonra uğruna fedakarlık ettiği arkadaşı Sophie; sırf sevdiği sokakta bir ev bulduğu için onu kolaylıkla bırakabiliyor. Ve bunu oldukça soğuk kanlı bir şekilde yapıyor. Bunu sadece ev konusunda değil; arkadaşlıklarının her anında da Frances’in duygularını kendi çıkarları için kullandığını görüyoruz. Ama Frances ona filmin son sahnesine kadar her anda, “en iyi arkadaşım” demekten vazgeçmiyor. Günümüz dünyasının duygudan uzak, acımasız ve hayatımızdaki insanları bile çabucak tüketebildiğimiz modern hayatın bir yansımasını sunuyor bizlere Frances Ha. Ama Frances; geride bıraktığımız o hayatı temsil ediyor. Duygusal, empati kurabilen ve hayatındaki her bir varlığa gerektiğinden fazla değer veren bir insan. Bu yüzden hep kaybediyor; hayatı kaybetmeye mahkum bir hal alıyor. Kazanmak için kötü mü olmalı diyor insan ister istemez. Duygularımızı hayatın akışına teslim edip, ruhsuz bir makine gibi oradan oraya sürüklenmek mi gerçekten tüm mesele?

Frances’in, film boyunca devamlı büyük bir çantayı sırtında taşıdığını görüyoruz. Bu aslında bize hissettiği yalnızlık ve ait olamama hissini yansıtıyor diyebilirim. Sophie’nin gitmesiyle birlikte; hayalleri ve hayatına en büyük engellerden biri olan maddi sıkıntıları da yaşamasıyla; ruhunda hissettiği  bu evsizlik hissini, fiziken de yaşadığını görüyoruz. Yeni ev arkadaşlarında ve hayatında kendini bulamıyor. Aynı şekilde ailesinin yanına döndüğünde de bu çaresizlik hissi hakim. Onları her şeyden çok sevmesine rağmen, onlarla yaşamak bile ona evinde hissettirmiyor. Büyüdüğü ev ve çok iyi tanıdığı bu insanlar bile ona yabancı gelmeye başlıyor. Çünkü özgür değil; sürekli onu kısıtlayan insanları ve kurallarına uyması gereken sorumlulukları onun omzuna yük oluyor adeta. Sorgulamaya başlatıyor izleyiciye ister istemez; kendi kurallarına göre yaşamak varken, neden başkalarının biçtiği kaftana girmek zorundayız ki?

Frances’in hikayesinde en önemli nokta; daima kendini araması ve buldum zannederken kaybetmesi aslında. Bulduğu kendini, bu samimiyetsiz “gerçek dünyada” kaybetmesi de diyebiliriz. Film aslında bir toplum analizi niteliğinde. İnsanlığın ortak hisleri izlediğimiz hikaye. Kalbimize koyulmuş bir projeksiyon aleti; hayatımızı beyaz perdeye yansıtıyor gibi adeta. Frances’e kendimi çok benzetiyorum. Hayalleri ve yaşadığı hayatın zıtlığı, hiçbir yere ait olamamasının verdiği tutsaklık hissi.. Ruhunda taşıdığı o özgür ruhlu çocuğu ne yaşarsa yaşasın kaybetmemesi; gerçek özgürlüğüne kavuşacağı anı ise sabırla beklemesi. Tüm bunlar; filmi izlerken aynaya bakıyormuşum gibi hissettirdi bana.

Filmin arka planında çalan müzikler; samimiyetten uzak ve mutlu olduğumuzu sandığımız bir hayatın özeti gibiydi adeta. Mutsuz olduğumuz bir anda, kahve içmeye gittiğimiz kafede; alakasız ve kendince mutluluk patlaması yaşayan bir pop müziğini anımsattı bana. Frances’in hayatını da işte tam bu pencereden izlememizi istemiş yönetmen. Bu şekilde, onunla empati kurmamızı ve her bir davranışını içimizde benimsememizi istiyor adeta. İnsanların onu anlayamaması, onu dinlerken sürekli küçümser şekilde bakmaları.. Hangimiz yaşamıyoruz ki bu anı; insanlar anlayamaz diye kaç kelimeyi geri gönderiyoruz kalbimize. Söyleyecek o kadar sözümüz olmasına rağmen, söyleyecek birini bulamadığımız zaman yine kendimize sığınıyoruz. Hayalimizde devamlı bu diyalogları, kurup kurup bozuyoruz. Frances’in dediği gibi hayat bazen “Çıkılamaz!” bir hal alıyor. Ne çıkmayı başarıyoruz, ne de kalmayı. Hayalleri gerçekleştiremediğimizde, hayatın bize sunduğu uçurumlara sürükleniyoruz. Tıpkı Frances’in dans hayallerini bırakıp, masa başı bir iş bulması gibi. Ama o en azından, hayalindeki dansı hayata geçirmeyi başarıyor. Yönettiği bu dansta; onun hayatının kısa bir özetini sunuyor bizlere Baumbach. Arkadan yine o tanıdık müzik çalıyor ve Frances’in özgürce sokakta dans ettiği gibi dans ediyor dansçılar. Salondaki izleyicilere belki de basit ve sıradan gözüküyor bu dans; fakat içinde yaşanan kaosu ise sadece bizler ve Frances hissedebiliyoruz.

Frances’in kendi evini tutmayı başardığında ise ilk defa gerçek huzuru hissediyoruz. Sadece anahtarının kendisinde olduğu o evi görüyoruz; kurallarını sadece kendi koyduğu ve başkalarının çıkarı huzuruna bozulmayacak olan o “özgür yalnızlık” halini. Yanına özgürlük gelince, yalnızlık bile kulağa güzel geliyor, öyle değil mi? Hemen posta kutusunun üstüne kendi adını yazıyor. Bu küçük yazı bile ona özgürlüğünün bir armağanı. İsmi uzun olduğu için kağıda sığmıyor ve kısaltmak zorunda kalıyor. Frances Halladay olan ismini “Frances Ha” şeklinde sığdırabiliyor kutuya. Aslında filmin bu son sahnesi; tüm filmi gözlerimizin önüne seriyor. Frances, tıpkı ismi gibi asla hayata sığamayan bir karakter; boyu çok uzun olduğu için yatağına bile sığamıyor, özgür ruhu o kadar büyük ki dünyaları aşıyor. Hiçbir şekilde hayata sığamasa da, kendi adını yazdığı o kağıda sığıyor; çünkü özgürlüğü ilk kez hissediyor.

Hayatın kavgasında, yine de umutlarını kaybetmeyen genç bir kadının oldukça sıradan gözüken ama bir o kadar da tanıdık olan hikayesini, muazzam bir siyah/beyaz sinematografisiyle izlemiş oluyoruz, Frances Ha ile. Aynı zamanda, modern hayata ayak uyduramayan, biz hassas kalplerin yalnızlığının hikayesini de..

Daima sinemayla kalın, görüşmek üzere!

Novo'da Geri Sar...