Novo // Mayıs VIII


Haftanın Gelişmeleri /////////


*Billboard Müzik Ödülleri, Los Angeles’taki Microsoft Theatre’da düzenlenen törenle sahiplerini buldu. Sunuculuğunu Nick Jonas’ın üstlendiği gecede, Drake ‘On Yılın Sanatçısı’ seçilirken, Pink, ise ‘Billboard Icon’ ödülüne layık görüldü. The Weeknd’in 16 adaylıkla öne çıktığı gecede 10 ödülü evine götürürken, Taylor Swift de Yılın Kadın Şarkıcısı seçildi.


*Vault by Vans x Wacko Maria iş birliği, yeni bir giyim koleksiyonu ile geri döndü. Film ve sanattan ilham alınarak hazırlanan koleksiyon, zanaat ve detaylara odaklanan özgünlükleriyle de öne çıkıyor. Wacko Maria markasının benzersiz estetiğini, Vans’in ikonik checkerboard baskısını içeren, tekrar eden bir vinil plak deseniyle, Vans’in ilk ayakkabı silueti olan Authentic’e getirdiği bu özel koleksiyon, siyah dil, siyah kontrast şerit ve siyah topuk şeridi tasarımı güçlendirirken, aynı zamanda pop art havası katıyor.


*Pride Ayı’na özel koleksiyon alışkanlığını bozmayan Converse, bu sene de özel koleksiyonuyla karşımızda. Bu yıl ilhamını kendini sevme yolculuğundan alan koleksiyon, LGBTQIA+ topluluğuna adanarak Haziran ayında dolaplarımızdaki yerini almaya hazırlanıyor. Chuck 70, Chuck Taylor All Star, Run Star Hike gibi Converse’in ikonik modellerine yeni bakış kazandıran koleksiyon, pastel tonlarında kullandığı gökkuşağı baskılarıyla dikkat çekmeyi başarıyor.


Yazarlar/////////Sinema


Edebiyatın Sinemaya Yansımasına Lirik Bir Örnek; Anna Karenina

Aysu Mısır

Kitaplar; her bir sayfasında bambaşka bir dünyanın kapısını aralar bizler için. Her ne kadar hayal dünyası olsa da; kendi gerçekliğimizi buluruz içinde. Kendimizden, ruhumuzdan bir parçayı görürüz, ona tutulur kalırız. Kitap okumanın en ilginç yanı ise; sayfalardan akıp giden her cümleyi, aklımızda birebir canlandırmamızdır. Her karakterin bir yüzü vardır; tanıdık olsun veya olmasın. O karakterlerin yaşadıkları, zaman geçirdikleri yerlerin hatta baktıkları manzaranın bile bir yansıması vardır hayalimizde. Bir sinema filmi çekeriz adeta; okuduğumuz her kitabın yönetmeni oluveririz. Okuyup, sevdiğimiz bir kitabın sinema uyarlaması olacağını duyduğumuz zaman ise heyecanlanırız ister istemez. Hayallerimizde özenle yönettiğimiz upuzun metrajlı filmimiz gibi olacak mı diye merak ederiz. Bazen hayal kırıklığına uğratır bu uyarlamalar, bazen ise yönetmenin yarattığı dünyayı kendimizinkinden daha çok severiz.

Uyarlama filmler bana göre en riskli sinema işlerinden biri. Özellikle dünya klasiklerinden birini uyarlamaksa söz konusu olan; risk daha da artmaya başlıyor. Bu kitapların tüm insanlık için bir dokunulmazlığı vardır, hatırasına saygı duyulması gerektiğini hissederiz sebepsizce. Hem de, klasik oldukları için birçok insan tarafından okunmuştur; yani bir sürü upuzun metrajlı filmlerle yarışmak zorunda kalır film böylelikle. Herkes kendi hayalindekiyle kıyaslamaya başladığı anda, elbette bir sürü kusur bulmaya da başlar. Bugün sizlerle çok sevdiğim bir kitap olan; hatta dünyanın en iyi romanı gözüyle bakılan Anna Karenina ve 2012 yılında yönetmen Joe Wright tarafından çekilen uyarlaması hakkında konuşmak istiyorum biraz.

Anna Karenina uyarlaması yapılacak en riskli kitap bana göre. “Dünyanın en iyi romanı” gibi bir ağırlığının olması yanı sıra 1000 sayfaya aşkın olmasıyla birlikte aslında koskoca bir dünyayı barındırıyor içinde. Tolstoy’un yarattığı bu muhteşem evren; okurken kendinizi tamamen kaptırmanıza neden oluyor. Anna Karenina’nın uyarlanmasındaki bir diğer zorluk ise; kitapta karakterlerin daima düşünce dünyasında olması diyebilirim. Aslında Anna Karenina; psikolojik ögeleri içinde bulunduran bir kitap. Karakterlerin somut dünyalarından çok; düşünceleri, korkuları, kaygıları ve hayallerini okuyoruz. Durum böyle olunca, bir sinema filminde bu düşünceleri kısa bir sürede aktarmaya çalışmak oldukça zor. Ya sürekli karakterin iç sesi kullanılarak düşünceleri aktarılacak ya da karakterin düşüncelerini yansıtan bir metafor kullanımıyla bu durum gerçekleşecek. Aslında bu kadar bilinen bir hikayeyi, sanat filmi şeklinde yorumlamak oldukça kulağa ilginç geliyor. Özellikle Anna Karenina gibi en sevdiğim romanlardan birinin bu bakış açısıyla uyarlanmasını isterdim. Özellikle Levin karakterinin; derin bir şekilde hayatı, varoluşu, inançları ve insan ruhunu sorgulaması; ancak bir sanat filmi ile en iyi şekilde yansıtılabilir bana göre.

2012 yapımı, Joe Wright yönetmenliğindeki Anna Karenina uyarlamasına baktığımızda da, aslında yönetmen farklı bir bakış açısı benimsemiş. Risk üstüne risk almış anlayacağınız üzere. Filme dair en sevdiğim nokta da, aldığı bu riskti kesinlikle. Filmin içerisinde somut bir yer algısı yaratmak istememiş, Wright. Gerçek bir dünya değil de; az önce bahsettiğim gibi hayallerimizde yarattığımız dünyayı tasvir etmeye çalışmış. Filmi izlerken, hala kitabı okuyormuş gibi hissetmemizi istemiş. Bir tiyatro veya opera sahnesi gibi bir alanda açılıyor filmin ilk sahnesi. Daha sonra o küçücük sahnede; koca bir Anna Karenina dünyasını yansıtmaya başlıyor bizlere. Hiçbir yer düzenli değil; saraylar bile dağınık, her şey birbirine karışmış bir dünya. Tıpkı bilinçaltımızın bir yansıması gibi.. Kitap okurken kafamızın içinde yarattığımız dünyayı hatırlattı bana. Bir düşünün; kitap okurken aklımızda canlandırdığımız dünya nasıl oluyor? Anna Karenina’yı tren garında hayal ettiğimiz sahneyi düşünün. Sadece bir tren tasviri geliyor gözümüzün önüne. Gerçek bir tren garından çok, sadece o devasa treni düşlüyoruz. İşte filmde bu bakış açısından çekilmiş. Yönetmen bize gerçek bir dünya yaratmaktansa, hayallerimizdeki karmaşık bilinçaltımızı yansıtmak istemiş, hem de böyle riskli bir hikayede. Kesinlikle bu konuda kendisine hayran kaldığımı söylemeliyim.

Film daha çok; Anna Karenina ve Vronskiy üzerinden ilerliyor. Yani kitabın sadece bu iki karaktere ait olan kısımlar ele alınmış gibi hissettim. Levin karakterinin sönük kalışı, filme dair hoşuma gitmeyen noktalardan biri. Çünkü kitabı okurken kendime en yakın hissettiğim karakter Levin’di. Bir rivayete göre Tolstoy, kendini Levin karakteri üzerinden anlatmış. Belki de kendini ve düşüncelerini açıkça bu karakter üzerinden anlattığı için bu kadar samimi gelmiştir. Yine başka bir rivayete göre; Tolstoy romanı yazarken Anna Karenina karakterine kendini o kadar kaptırmış ki, aşık olacak noktaya gelmiş. Kitabın içinde Anna’ya karşı yapılan insan üstü tasvirler de aslında bunu kanıtlıyor biraz. Üstelik bu Anna’nın çektiği sıkıntılar da bir aşk intikamını andırıyor bizlere. Levin’in kısa süreliğine de olsa Anna’ya aşık olduğu sahne ise, Levin üzerinden yapılan bir aşk-ı itirafı anımsatıyor ister istemez.

Böyle bir klasiği uyarlamak elbette oldukça zor. Ama bence verdiği duygular ve yarattığı gerçek dışı evrenle birlikte Wright ortaya iyi bir iş çıkarmış diyebilirim. En azından kitabı okuyan insanların olayları kolaylıkla takip edebileceği bir film olmuş, fakat kitabı okumayanlar için biraz kafa karıştırıcı olabilir. Müzikleri, kıyafet tasarımları ve yaratılan atmosfer; dönemin Rusya’sını lirik bir şekilde yansıtmayı başarmış. Olayı sadece aşk üzerinden ele alması dışında; kitabın asıl vurgulamak istediği toplumsal eleştiriyi biraz da olsa ele alsaydı, kesinlikle ortaya nefis bir iş çıkardı. Ama işin iyi tarafından bakalım; benim gibi bir Anna Karenina hayranı iseniz, kitabın satırlarına geri dönmüşçesine keyifle izleyeceğiniz bir yapımla karşılaşmak sizi mutlu edecek, eminim.

Daima sinemayla kalın, hoşça kalın!

Novo'da Geri Sar...