Novo // Haziran II


Haftanın Gelişmeleri /////////


Van Gogh Müzesi, İngiltere merkezli parfüm markası Floral Street ile işbirliği yaparak sanatçının eserlerini parfümlere dönüştürüyor. Floral Street’in sanatçının eserlerinden aldığı ilhamla oluşturacağı bu özel koleksiyon için, müzenin küratörleri de destek verecek. Hedefleri ise Van Gogh temalı bir parfüm koleksiyonu yaratabilmek. Eserlerin nasıl bir yaklaşımla parfüme dönüşeceği henüz belirtilmese de, ilhamını Van Gogh’tan alan parfümler ve ev kokuları Ağustos ayında satışa sunulacak.


Apple’ın moda sektörüne olan ilgisi hız kesmeden devam ediyor. Son olarak Tory Bucrh, Alexander Wang, Burberry markalarına özel listelerini ve kanallarını yayınlayan Apple Music, şimdi ise Chanel’in özel kanalının açıldığını duyurdu. Chanel defilelerinin ses tasarımcısı Michel Gaubert küratörlüğünde oluşturulan Chanel Show Soundtracks isimli liste, Pharell Williams, Chanel elçisi ve sözcüsü Caroline de Maigret, müzisyen Sébastien Tellier ve müzik grubu Ibeyi’nin seçkilerini ve parçalarını barındırıyor.


Polaroid, Keith Haring’in ikon haline gelen tasarımlarına bürünen yeni bir şipşak kamera modelini duyurdu. Polaroid Now adını alan bu yeni model fotoğrafları, Keith Haring motiflerinin çerçevelediği şekilde çıkartıyor.


Jennifer Lopez, Netflix ile çok yıllık bir prodüksiyon anlaşması imzaladı. Jennifer Lopez’in ortağı olduğu Nuyorican Productions, Netflix için senaryolu ve senaryosuz TV ve filmler üretmek için çok yıllı bir anlaşma imzaladı. Anlaşmaya göre ortaklık “çeşitli kadın oyuncuları, yazarları ve film yapımcılarını” içerecek.


Yazarlar/////////Sinema


KORKUNUN SANATSAL HARMANI; THE WAILING

Aysu Mısır

Korku sinemasına elimizde olmadan ön yargıyla yaklaşır; aramıza duvarlar örer dururuz. Bazılarımız için bu duvarlar çok fazla gerilmenin verdiği etkidendir; bazıları içinse sırf korkutmak için yazılmış alt metni olmayan senaryolara duyulan öfkedir. Ben biraz daha ikinci seçenekten yana kullanıyorum oyumu. Çünkü korku filmleri genellikle benim için çok fazla bir şey ifade etmeyen ve arkadaş ortamında öylesine izlenen filmlerdir. Ama korku sinemasının öyle bir yüzü var ki; tüm bu dediklerimi yalanlarcasına kendini ön plana çıkartan etkisi konuşulmaya değer kesinlikle. Geçmişe baktığımız da aklımıza ilk Stanley Kubrick sineması gelir elbette. Özellikle The Shining bizlere; bir korku filminde verilmek istenen mesajın, istenildiği zaman nasıl da derinleştiğini adeta ders verir gibi anlatır. Daha çok günümüze geldiğimiz de ise; Ari Aster sineması yine bu konuda bir adım daha öndedir. Filmlerinde korku unsurlarının daima bir psikolojik alt metni vardır. Bunu bize direkt olarak göstermek istemez; oluşturduğu metaforların ve karakterlerin duygusal yansımalarının ardından anlatır; özellikle Midsommar bunun tipik bir örneğidir. Son olarak ise Suspiria ile korku sinemasına başka bir boyut getiren Luca Guadagnino’yu geçemeden edemeyeceğim çünkü kendisi yıllar önce popüler olmuş bir filmin korku ve sanatsal harmanını; Feminist bir bakış açısıyla birlikte oldukça iyi bir şekilde işlemeyi başardı. Daha çok örneği var elbette fakat bunlar benim aklımda yer etmiş bazı korku filmleri diyebilirim. Bu yazımda ise sizlere; bu konudan yola çıkarak, son zamanlarda izlediğim ve oldukça etkilendiğim bir korku filmi olan The Wailing üzerine bahsetmek istiyorum biraz.

2016 yapımı bir Güney Kore filmi olan The Wailing orijinal adıyla Goksung; yönetmen koltuğunda Na Hong-jin’in oturduğu oldukça sıra dışı öykü sarmalına sahip olan bir korku filmi. Asya sinemasının korku filmleri denildiği zaman açıkçası izlemeye cesaret gerektiren yapımlar olduğunu hepimiz biliriz. Özellikle Japon korku sinemasının ününü duymayan yoktur. Filmi ilk izlemeye başladığım anda da; aynı gerilimi hissettim. Fakat uzun süresine rağmen akıp giden oldukça sürükleyici bir filmdi. The Wailing aslında klasik bir konu gibi gözüken fakat altında oldukça derin mesajları barındıran bir film. Her şey o kadar klasik başlıyor ki; ıssız bir kasabaya musallat olan bir ruh, insanların ölümüne sebep oluyor. Bu ölümleri araştıran polisin de hayatının mahvoluşunu izlemeye başlıyoruz. Ama derinine inildiği zaman filmin basit bir korku filminden öte olduğunu; kötü ve iyilik çatışmasının ruhsal bir boyutunu izlediğimizi anlıyoruz. Ama filmin içerisinde kesin hatlarla verilmeyen bu olgu; 156 dakika boyunca bizleri kararsızlık çukuruna düşürüyor. Ve her insanın yaptığı gibi hatalar yapıyoruz, yanlışa güveniyoruz. The Wailing; aslında insanların acizliğini hissettiren ve gösteren bir film. Filmin sonunda ise gördüğümüz tüm insanların; aslında birer piyon olduğunu anlıyoruz. Yaşadıkları ve çektikleri acıların bir hiç olduğunu; ruhların arasındaki savaşlarda kaybeden tarafların ise daima insanların olduğunu hissettiriyor bizlere.

The Wailing; Güney Kore batıl inançlarından ve kültüründen beslenen bir yapıya sahip. Oldukça karışık gözüken senaryosu, bazı bilgileri öğrendiğimiz zaman bir anda çözülmeye başlıyor. Güney Kore inançlarında; her kasabayı koruyan bir ruhun olduğuna inanıyorlar. Böyle düşündüğümüzde ise filmin içerisinde iyi ve kötü ruhun amacını açıkça görmüş oluyoruz. Aslında kasabalara; onları koruyan iyi ruhları avlamaya gelen kötü ruhların bitmeyen savaşını ve bu savaş uğruna piyon gibi harcanan insanları izlediğimizi anlıyoruz. Filmin ilk sahnesinin bize aslında tüm filmin bir özetini sunduğunu, ancak her şeyi izledikten sonra fark ediyoruz. Elindeki oltayla balıkları sakince avlayan bir adamla başlıyor The Wailing; soğuk kanlılıkla amacı doğrultusunda ava çıkmış bir avcıyı gösterircesine.

Olayın ruhsal ve inanç boyutunun altında eleştirel bir yanı da var elbette. Na Hong-jin; Güney Kore tarihine, dini inançlara ve ırkçılığa yaptığı atıflar oldukça etkileyiciydi. Özellikle şeytan tasvirinin bir Japon olarak belirlemesi; iki devletin geçmişten gelen ilişkilerinin aslında kısa bir özeti niteliğindeydi. Kasaba halkının; kasabadaki Japonları hiçbir kanıtları olmadan kötü ruh olarak tanımlamaları ırkçılığa yapılan bir göndermeydi. Fakat Na Hong-jin; bu olaya ikinci bir bakış açısı da ekledi. Irkçılığa yaptığı eleştirinin yanında, Japon karakteri üzerinden, Japonya devletine karşı yaptığı bir hicivi hissetmek de mümkündü. Özellikle şeytanın Japon ve tacizci olması yönüyle ise; İkinci Dünya savaşında Japon askerlerin, Güney Koreli kadınlara karşı uyguladığı cinsel istismar olaylarına bir atıf niteliğindeydi. Tüm bunların yanı sıra dini eleştirel de ön plandaydı. Kötü olanı kovmak için dinlerin elinden bir şey gelmediğini gösterdi adeta. Hatta bir din insanının; dini kullanarak aslında kötülüğe hizmet ettiğini göstermesi de günümüze oldukça iyi bir göndermeydi. Filmin içerisinde tanrıların ve dinlerin hatta bilimin; gerçekleşecek olan kötülüğe karşı elleri ve kollarının bağlı olduğunu göstermeye çalışıyordu diyebilirim. Bu yönüyle bize; dünyada yaşanan kötülüklerin ve savaşların hiçbir gücün engel olamadığını; sonunda ise her zaman kötülerin kazandığını kanıtlar ister gibiydi  Na Hong-jin.

The Wailing orijinal adıyla Goksung; hikayesi kadar sinematografisiyle de beni hayran bıraktığını itiraf etmeliyim. Gerilimi en iyi şekilde yansıtan soğuk mavi bir tonda izlediğimiz filme; Güney Kore’nin sürekli yağışlı olan havası eklenince de gerilimin dozu oldukça arttı. The Wailing; aslında bir yönetmenlik harikası eşsiz bir eser. Sahne geçişlerinin yaratığı ambiyanstan, karakterlerin zihin ve ruhuna yaptığımız yolculuğa kadar her şey taktire şayandı. Ayrıca; Şaman’ın ruh çıkarma sahnesi aklıma oldukça yer etti ki, filmi her duyduğumda gözümde canlanacağından eminim. Hayatımda ilk kez bir filmde ruh çıkarma sahnesini; böyle sanatsal bir perspektiften izleme şansını yakaladım, muazzamdı. Gerçekçi olduğu kadar kurgusunun kalitesiyle bir zıtlık yaratıp; gerçeklikten yavaş yavaş uzaklaşarak, kafamızı allak bullak eden The Wailing; kesinlikle izlenmeye değer bir yapım.

Novo'da Geri Sar...