Savaş denildiğinde zaman; insanların kalplerinde bıraktığı enkazlar düşünüldüğünde aslında kazananı olmayan bir süreç olduğunu anlarız. İki taraftan biri galip gelecektir elbet fakat galip gelen taraf bile kaybettiği insanlarının ve maddi yıkımlarının sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda kalacaktır. Hele ki işin içine manevi duygular girdiği anda; insanlığından utandıran ve psikolojik olarak inşa edilemeyecek enkazlar bırakacaktır. Savaşın etkilerini, sinemada da oldukça fazla görürüz. Savaş yıllarında başlayan bu serüven, günümüzde bile etkisine hala sürdürüyor. Savaş dönemlerinde; özellikle Soğuk Savaş’ta propaganda amacıyla kullanılan bu konu; günümüzde oldukça lirik ve romantik bir yansımasıyla birlikte bizlerle birlikte buluşabiliyor. Bugün sizlere izledikten sonra beni oldukça etkileyen, bir François Ozon harikası olan Frantz hakkında bahsedeceğim biraz.
2016 yılında izleyiciyle buluşan Frantz, ünlü yönetmen François Ozon’un I. Dünya Savaşı sonrasına odaklandığı bir savaş sonrası filmi olarak karşımıza çıkıyor. Savaşın yarattığı enkazı şehirlerin harap olmasının yanı sıra insanların ruhlarının girdiği çıkmazlardan da görüyoruz. Bunun için özellikle filmi siyah beyaz bir sinematografiyle sunuyor yönetmen bizlere. Fakat bu siyah beyazlık kalıcı olmuyor; umudun geldiği her anda renkler yerini bulmaya başlıyor. Ağaçlar yeşilleniyor, çiçekler canlanıyor. Yani kısacası bizlere hayatın kısa bir yansımasını sunuyor. Hayatın renklerini kaybettiğimiz anda siyah beyaza bürünen perdemizi; umutla tekrar ışıklandırıyor.
Filmin en sevdiğim yönlerinden biri az önce de bahsettiğim gibi; savaşın kazanan tarafı olmadığını açıkça göstermesiydi. Film Almanya ve Fransa’da geçiyor. Kazanan taraf Fransa olmasına rağmen yaşanılan hüznün ve vicdan muhasebesinin kalıntılarını açıkça görmemizi istiyor yönetmen Ozon. Almanya’dan hiçbir farkı olmadığını ise iki ülke arasında yaşanan geçişlerde kolayca fark edebiliyoruz. Filmin ana konusu aslında; oğulları Frantz’ın savaşta ölmesinden sonra bir ailenin yaşadıkları sürecin yanında; Frantz’ın nişanlısı olan Anna’nın aileden ve nişanlısının hatırasından kopamamasını da izliyoruz. Daha sonra Fransa’dan gelen bir diğer asker olan Adrien’in ailenin içine girmesiyle birlikte başlayan bambaşka bir süreç bekliyor bizleri. Oğullarının arkadaşı olduğunu söyleyen Adrien’in aslında sırtında taşıdığı savaşın vicdanı yükünü yönetmen bizlere oldukça başarılı bir şekilde anlatıyor. Ve burada da; savaşın bir kazananı olmadığını insanlar üzerinde de görmüş oluyoruz. İnsanların üzerinde yaşanan bu yıkımın en derin yansıması ise; ırkçılığın iki tarafta da hakim olması. Adrien karakterinin Almanya içerisinde yaşadıkları; iki tarafında yaşadığı bu depresif sürecin kanıtını sunuyordu bizlere.
Trajik bir şekilde karşılaşan Adrien ve Frantz’ın hikayesini aslında bambaşka bir süreçte izlemeye başlıyoruz. Adrien’in hayalinde kurduğu arkadaşlığın gerçek olmadığını bildiğim halde onunla birlikte inanmaya çalışmam ise filmin bana kattığı en güzel hislerden biriydi. Filmin içerisinde bu hayal metaforu birkaç kez daha karşımıza çıkıyor. Anna’nın, Adrien’in mektubunu okurken aslında olanı değil de, hayalindeki mektubu okuması da bir diğer örneğini görüyoruz. Hayallerimizde kurduğumuz bambaşka dünyaların gerçek olma özlemiyle yaşadığımız bu hayatın kısa bir yansımasını yaşatıyor yönetmen izleyiciye. Çünkü hayallerde savaş ve ölümün olmadığı; mutluluğun, aşkın ve dostluğun güzel bir harmanı olduğunu gösteriyor adeta bizlere.
Frantz, psikolojik alt metni oldukça yüksek olan bir filmdi kesinlikle. Karakterlerin birbirlerine duyduğu hislerin yanı sıra; kendi iç dünyalarında yaşadıklarına da ayrıntılı bir şekilde odaklanılmıştı, bu yönünü oldukça sevdim. Adrien’in yaşadığı vicdan azabının yükünü seyirciye oldukça başarılı bir şekilde aktarmayı başarmış yönetmen Ozon. Anna’nın yaşadığı kayıp ardından kendinden vazgeçmesi ve ölüme yakın bir insanmış gibi davranmasının yanında yaşadığı hayal kırıklıklarını da oldukça derin bir şekilde izleyebiliyoruz. Elbette ki bu duruma siyah beyaz bir sinematografi eklendiği zaman ise her şey bir tık daha melankoli havasına bürünüyor.
Film içerisinde benim için en unutulmaz anlar ise; Louvre Müzesinde geçen sahnelerdi. Louvre Müzesini siyah/beyaz bir şekilde gözlemlemek oldukça farklı ve huzur veren bir deneyimdi. Ayrıca; çok sevdiğim sanatçılardan biri olan Édouard Manet ve tablolarının film içerisinde bahsi geçmesi ise en güzel ayrıntılardan biriydi. The Suicide adlı eserinin filmin odağına koyulması ise; bizlere film hakkında oldukça ipucu veriyordu aslında. Adrien’in yaşadığı vicdan azabının ve iç dünyasının karanlığının bir tuvale dökülmüş haliydi adeta. Sanatla iç içe olan, savaşın karanlığının ardında bir umut gibi dünyayı aydınlatan bir aşkın anlatıldığı Frantz; izlenilmeyi hak eden, çok değerli bir yapım kesinlikle.