Sinema sektöründe kadın yönetmenlerin sesini artık daha fazla duymaya başlıyoruz. Keşke tarih boyunca her zaman böyle olsaydı; hikayelerini özgürce anlatabilselerdi. Ne yazık ki her zaman değeri ve yeteneği bilinmeyen kısımda yer almak zorunda kalıyorlar. Hikayelerini ve seslerini duyurdukları değerli eserleri ya öne çıkarılmıyor ya da objektif bir şekilde eleştiri alamıyor. Oysa bu dünyada kadınlar kadar derin hikayesi olan başka bir topluluk var mı? Kalbimize sığdırdığımız acılarımız, eşitlik uğruna verdiğimiz mücadelemiz ve ellerimizden alınan haklarımız… Sinemanın en büyük ihtiyacı olan gerçek azim ve ruh; kadınların zihinlerinde ve ellerinde mevcut. Sinema bunun kıymetini daha yeni anlamaya başladı. 2020 Oscar Ödülleri’ne Nomadland ile damgasını vuran Chloé Zhao ve Cannes 2021’de Titane filmi ile Altın Palmiye’yi kazanan Julia Ducournau ile birlikte aslında, kadınların gerçekte hak ettiği değeri almaya başlamasına, geç de olsa şahit olduk. Bu güzel gururla birlikte insanın sinemaya daha çok sarılası ve nice kadın yönetmenleri daha çok keşfedesi geliyor. Bugün, kadın yönetmelerin filmlerinden bahsedeceğim “Kameranın Ardından Gülümseyen Kadınlar” adlı serimin ilk içeriğiyle sizlerleyim. Çok sevdiğim Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki ile yolculuğuma başlıyorum. İzlediğim ilk anda hafızamda yer eden filmi “Peki Şimdi Nereye?” ile…
2011 yılında Cannes Film Festivali’nde galasını gerçekleştiren “Peki Şimdi Nereye?” yani orijinal adıyla “Et maintenant on va où?” izleyenlerin beğenisini kazanan, sıcak hikayesinin ardından soğuk kederini bizlere hissettiren değerli bir yapım. Yönetmen Labaki; Kefernahum ve Karamel filmleriyle birlikte sinemada adını duyuran bir isim. Ayrıca yönettiği birçok filmin başrolünde oynamasıyla birlikte oyunculuğunu da konuşturmayı başarıyor. Duygularını hem kamera önünde hem de kamera arkasında aktarmasıyla birlikte izleyiciyi kazanmayı da başarıyor kesinlikle. “Peki Şimdi Nereye?” bu hissi izleyiciye oldukça güzel vermiş bir film. Filmin ana temasında; farklılıkları umursamadan, birbirlerine kenetlenmiş güçlü kadınların verdiği mücadele işleniyor. Yani günümüzde en çok ihtiyaç duyduğumuz o beraberlik ve kız kardeşlik hissi. Tabii hikayenin temelinde bunun dışında “din” olgusu yer alıyor. Müslüman ve Hristiyan insanların bir arada kardeşçe ve birbirlerine saygı duyarak yaşadığı küçük bir köyde geçiyor hikaye. Daha sonra savaşın karanlık yüzünün çökmesiyle birlikte ise kopan bağlar ve sevginin yitirilmesini sert bir şekilde yüzümüze çarpıyor Labaki. Ama tüm bu karanlığın ardından asla vazgeçmeyen kadınlar; birer ışık gibi parlıyor savaşın karşısında. Mücadeleleri ve birbirlerine duydukları derin bağ ile inadına barışın elçisi bir güvencin oluyorlar, uçsuz bucaksız bu diyarda…
İtiraf etmeliyim ki; film beni oldukça güçlü olan açılış sahnesiyle etkilemeyi ve içine ilk anda çekmeyi başardı. Siyah giyinen kadınlar karşılıyor bizleri bu ilk sahnede. Yaslarını ve acılarını hissettiren danslarına başlıyorlar sonra… Ağıtlarını tüm dünyaya duyururcasına, bakışlarındaki alevlerle yakıyorlar tüm haksızlıkları ve eşitsizliğin yaralarını… Film ilerleyen dakikalarında bu karanlık havasından sıyrılıyor ve bu güzel köydeki günlük hayatın verdiği sıcaklıkla alıp götürüyor izleyiciyi. Aşkları, nefretleri, ibadetleri ve birlikte geçirdikleri tüm o anlar, yüzünüzde tatlı bir gülümsemeyle akıp gidiyor. Hele ki Arapça’nın film içerisinde kullanılan şarkılardaki lirikliği filmin tamamlayıcısı oluyor. Tüm bu lirikliğin ardından kadınların tüm dünyaya verdiği insanlık mesajı ise yönetmeni ayakta alkışlamama yetiyor. Filmin son sahnesinde kadınlar, birbirlerinin dinlerinin yerine geçmesiyle birlikte aslında değişenin kendileri değil, dinleri olduğunu göstererek bir ders vermeye çalışıyorlar. Yani bu durum yüzünden ayrılan ve birbirlerine düşman olan diğer insanlara, hala kendileri olduklarını ve hisleriyle, merhametlerinin aynı kaldığını hissettirmeye çalışıyorlar. Aslında hepimizin sadece birer insan olduğunu hatırlatıyor Labaki. İnandığımız tanrının bizi değiştirmediğini, içimizde hissettiklerimiz ve merhametimizi dinlerin belirlemediğini; bunu değiştirecek, ruhumuzu iyileştirecek olanın sadece bizler olduğunu gösteriyor. Çünkü neye inanırsak inanalım, bizler insanız ve eninde sonunda aynı şeyleri hissedip; aynı şeylere ağlayıp, güleceğiz. Yönetmen Labaki, birbirimize gösterdiğimiz hoşgörünün bir şeyin dayatmasıyla değil de içimizde yeşerttiğimiz insanlığımızla olacağı mesajını “Peki Şimdi Nereye?” ile vermeyi başarıyor.
Yönetmen Nadine Labaki; şiirsel filmlerinin içerisinde kullandığı müzikler ve hikayeyi işleyişiyle birlikte duygularını tertemiz bir şekilde beyaz perdeye aktarmayı başarıyor. En sevdiğim yönlerinden biri kesinlikle bu. Oyuncu olarak kendisini filmlerinde görmemiş olsaydık bile; duygularını en net şekilde hissedebilirdik, buna eminim. Çünkü gerçek bir hayatı resmediyor bizlere. Kederli bir hikaye anlatırken bile küçük sevinçleri sığdırmayı da biliyor. Hayatımız gibi; en kötü anımızda bir anda gelen o sıcak gülümsemeye benziyor bu durum. Bu yüzden oldukça samimi geliyor insana filmleri. Umarım daha nice filmlerini izleriz ve kendisini nice festivallerde görme şansını buluruz. Çünkü sinemanın kadınlara çok ihtiyacı var…
Daima sinemayla kalın, hoşça kalın!