Hepimizin bir kara kutusu vardır; ruhunun derinlerinde sakladığı, çıkartmaktan korktuğu. Kimsenin duymak istemediği düşüncelerimizi saklarız bazen o kutunun içine. Bazen de gerçek kişiliğimizi gömeriz. Öyle derin gömeriz ki; bir gün kalkıp canlanacağını unutarak, kendimizi kaptırırız kurduğumuz yalan dünyamıza. Kimsenin içi güllük gülistanlık değildir; sadece o kara kutuyu saklamayı çok iyi bilenler vardır, o kadar. Bir Zamanlar Anadolu’da; ilk izlediğimde bana bu hissi aşıladı. Herkesin sakladığı gerçekleri ve bir kara kutusu olduğunu. Filmin ilk sahnesinden, son sahnesine kadar izleyiciyi içine alan o bomboş bozkırlar ise bunu destekler nitelikteydi. Rüzgarın akışına kapılırken; çaresizliği ve ölümün sessiz çığlığını hissettirdi adeta.
Bir Nuri Bilge Ceylan klasiği olan Bir Zamanlar Anadolu’da ile karşınızdayım bu hafta. Üstüne bir yazıdan çok, kitap yazılması gereken bir film olmasına rağmen içimden geçenleri ve bana hissettirdiklerini yazmak istiyorum kısaca. 2011 yapımı film; gerek oyuncu kadrosu gerek senaryosunun kaliteli kurgusuyla vizyona girdiği günden beri izleyenlerden tam not almayı başardı. Her Nuri Bilge Ceylan filminde hissettiğim gibi beni de içine çekmeyi başarmıştı. Filmin konusunda genel olarak; işlenen bir cinayet ardından gömülü cesedi aramaya çıkan polis, savcı, doktor ve katilin etrafında dönen bir hikaye esas alınıyor. Ceset bulunana kadarki süreçte ise film içerisinde yer alan tüm karakterlerin “kara kutularına” yavaşça iniliyor.
Film içerisinde önümüze çıkan en önemli nokta ise ölümün sessizliği. Bu sessizlik korkudan çok, kabullenişi temsil ediyor. Film içerisindeki kimse ölümü ciddiye almıyor ve umursamıyor. Mesleki deformasyonun bir etkisi ya da hayatın bize sunduğu çilenin bir teklisi; artık orasını bulmak tamamen izleyiciye bırakılıyor. Ceset bulunduğu anda herkesin yaşadığı soğukluk ise bu duruma en iyi örnek. Özellikle Arap karakterinin tam o esnada bulunan cesedi umursamadan, tarladan almaya çalıştığı kavunlar durumun tuhaflığına yapılan en iyi atıflardan biriydi. Ceset bulunmadan önce gösterilen; ağaçtan kopan elmanın, süzülerek yavaş yavaş suya doğru sürüklendiği sahne kesinlikle boşa değildi. Az önce anlattığım sahnelerin bir ön izlemesiydi bana göre. Elmanın yaşamdan koparak, süzüle süzüle ölüme yani çürümeye ve unutulmaya sürüklenmesine benziyordu “insan” hayatı. Bir gün hepimiz tıpkı o elma gibi sürüklenerek gideceğiz ölümün kıyısına. Unutulmaya yüz tutacağız, bizleri tanıyan her insan uçup gittiğinde bu dünyadan. Ölümün sessizliğinin korkutmadığı bir dünyada yaşamaya çalışan “elma”ların hikayesi de diyebiliriz aslında bu duruma.
Filmde sürekli bir çatışma durumu göz önüne seriliyor. Fakat çatışma denilince akla silahlar veya bir savaş ortamı gelmesin. Yüzyıllardır süre gelen sınıfsal bir çatışmadan bahsediyorum. Örneğin; doktorun ve savcının toplumun daha aydınlık olan yüzünü temsil etmesi; köyde yaşayan insanların ise daha geleneksel bir şekilde lanse edilmesi. Ama Ceylan, bu duruma o kadar güzel bir ters köşe yapıyor ki aydınlık sandığımız kısmın aslında karanlığa sürüklenen kesim olduğunu anlıyoruz. Statü ve herkesin kendinden daha aşağıda gördüğü insanlara yaptığı güç gösterisi de filmin alt metninde yer alan unsurlardandı. Komiserin savcıya gösterdiği mecburi saygının öfkesini, kendi emrinde olan daha az rütbeli polislerden çıkarması da buna iyi bir örnekti. Filmin içerisinde yer alan bir diğer zıtlık ise; izleyiciye devamlı olarak iyiyi ve kötüyü ayırt ettirmeye çalışmasıydı. Kim tam olarak masumdu ya da kötülüğün izi ruhuna daha az bulaşmıştı? Bu durum aslında karakterlerin yaşadığı içsel hesaplaşmalarında daha net görülüyordu. Çünkü herkes kendi içindeki kara kutudan rahatsızdı… Muhtarın herkesi etkileyen; adeta iyiliği ve bir “meleği” temsil eden kızının ortaya çıkması aslında bu durumun en kilit noktasıydı. Temsili melek, onlara çay sunduğu anda; aslında içlerindeki kara kutuları açmalarını sağladı. Yani örneğin; muhtarın kızı savcıya ölen karısını hatırlattı, katile ise gömdüğü cesedi. Kendi içimizde kaçtığımız her bir şeyi aslında bizlere hatırlatan, unuttuğumuz ve temsilini görmeye ihtiyaç duyduğumuz “iyilik”ti. Bu durum ise vicdanın yüzünü yavaş yavaş göstermesini temsil ediyordu.
Filmin en çok etkilendiğim bölümüyle yazımı bitirmek istiyorum. Bundan sonrası ufak bir spoiler olabilir, uyarımı yapayım şimdiden. Savcıyla, karısının ölümüyle ilgili kurulan bağlantı; film bittikten sonra bile uzunca süre aklımdan çıkmadı. Kendini inandırdığı o yalan dünyadan, doktorun söyledikleriyle çıkması ve gerçeklerle yüzleştiği o an hala gözümün önünde. Doktor ve savcının kendi içlerinde yaşadıkları adalet ve vicdan sorgulaması; filmin son kısmına en vurucu ve hakim olan duyguydu. Savcının yüzündeki kırmızı leke aslında karısının ölümünün ardındaki vicdanın bir temsiliydi; yüzüne bulaşan kanı temsil ediyordu. Ceset bulunduktan sonra, doktorun otopsi yaparken gerçekleri gizlemesiyle birlikte cesetten yüzüne sıçrayan kan da aynı temsiliyeti bizlere gösteriyordu. Zaten film de, doktorun yüzünde kurumaya yas tutan kan lekesiyle, vurucu bir kapanış yaptı.
Sinematografisiyle de hayran bırakan film, kullanılan renklerin ve çekim açılarının kusursuzluğu ile izleyiciye duyguyu daha derinden bırakmayı başardı. Nuri Bilge Ceylan’ın, insan doğasına yaptığı başarılı yolculuğun bir parçası olmak bana her zaman güzel hissettiriyor ve Bir Zamanlar Anadolu’da da bunu fazlasıyla hissettim. İnsanlığın kara kutularının, yavaş yavaş aydınlığa çıkması ve gerçek vicdanı hissetmeye başladığımız; kısaca insan olabildiğimiz zamanlara..
Sinemayla kalın ve hoşça kalın!