“Kimi bekliyor olursan ol, artık sen benimsin. Sen bana aitsin. Tüm Paris bana ait. Ve ben; bu deftere ve bu kaleme aitim.” Ernest Hemingway
Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olan, yönetmenliğini Woody Allen‘ın yaptığı Paris’te Gece Yarısı, nişanlısı ve onun ailesiyle beraber Paris’e gelen ve yazar olmak isteyen paralı kalem Gil’in (Owen Wilson) gece yarısından itibaren başına gelen fantastik ve esrarengiz olayları merkezine oturtan bir romantik komedi. Nişanlısı Inez’in (Rachel McAdams) aksine, şimdiki zaman işleri ve telaşlarıyla uğraşmak istemeyen; daha çok geçmiş zamanda yaşama isteğiyle yanıp tutuşan Gil’in en büyük arzusu, duygularını ve yaratıcılığını açığa çıkardığını ve çok sevdiğini söylediği Paris’i keşfetmek ve bu şehirle bir bütün olmaktır. Günler birbirini kovaladıkça birbirinden çok daha farklı ihtiyaçları olduğunun farkına varmaya başlayan çiftin yolları, Gil’in gece yarısı olduğunda başına gelen esrarengiz olaylarla iyiden iyiye ayrılmaya başlar. Ertesi sabah başına gelen olayları nişanlısına büyük bir heyecanla anlatan Gil için yaşam artık daha zordur çünkü kimse anlattıklarına anlam veremez. Çünkü Gil, her gece yarısı gelen eski zaman arabasıyla geçmişe doğru yolculuğa çıkmaya ve çok uzun zaman önce ölmüş olan ünlü sanatçı ve edebiyatçılarla vakit geçirmeye başlamıştır.
Filmin ana temalarından biri hiç şüphesiz geçmişe duyulan özlemdir. Çoğu insanın zihninde yer alan geçmişte var olduğunu düşündüğümüz “altın çağda yaşama” algısı Gil için de geçerlidir ve 1920’lerin Paris’inde yaşama isteğiyle yanıp tutuşmaktadır. 1. Dünya Savaşı akabinde yenilenen dünyanın en hızlı değiştiği yerlerden biri olan 20’lerin Paris’i, Gil ile beraber çoğu insanın yaşamak istediği bir yerdir. Yönetmenin, özgürlükçü 20’ler havasını sadece romantik ambiyans ve fütürist edebiyatçılarla değil, dönemin en önemli değişimlerinden biri olan giyim-kuşam tarzı ile vermesi başarılı noktalardan biridir. Filmde de vurgu yapılan Coco Chanel gibi isimlerin özgürlükçü hareketleriyle değişen kadın giyimi, romantik bir adam olan Gil için o dönemi mükemmel kılan noktalardan biridir. Tabii ki Gil’i anlayan ve yaptığı işe hayranlık besleyen bir kadın olan “Adriana”nın (Marion Cotillard) ortaya çıkması da kaçınılmaz bir durumdur.
“Tasarımcıların kıyafetlerin içinde kadın olduğunu unuttuğunu ve kıyafetlerin doğal şekilde olması gerektiğini” düşünen Chanel‘in o döneme damga vurmuş “Küçük Siyah Elbise” koleksiyonundan bir parçayı, yönetmenin Adriana üzerinde göstermesi de bir diğer hoş noktadır.
“Her adam tekrar sevmek zorundadır. Bunu bir düşün.” Hemingway
Geçmişe olan yolculuğundaki arkadaşlarından biri olan Hemingway’in (Corey Stoll) sözleri Gil’in kafasını iyice bulandırmıştır. Gil’in Adriana’ya olan hislerinin günden güne artışı, onu nişanlısıyla farklı dünyaların insanları olduğuna inandırmış, kafasını karıştırmıştır. Düşüncelerini saplantılı ve saçma bulan Inez’in aksine Adriana, Gil’in hayalindeki kadındır ve Paris’e büyük bir aşk besleyen Gil’in tutkusu, Adriana’da vücut bulmuştur.
Kundera‘nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nde bahsettiği erkeklerin kadınlar üzerindeki saplantılarından “lirik” olanı Gil’de net olarak görmekteyiz. Kundera‘ya göre bazı erkekler tüm kadınlarda, kendi kafalarındaki değişmeyen ideallerin ve arzularının gerçekleşmesini beklerler. Aranılan ve istenilen, aslında erkeğin kendi öz arzusudur ve aslında bu, hiçbir zaman bulunamayacak olan bir durumdur. Bunun sonucu olarak da “lirik” saplantılı erkekler her zaman hayal kırıklığına uğrarlar. Woody Allen‘ın da bunu göz önünde bulundurarak geçmişe özlem düşüncesini Adriana’ya “Belle Epoque”a (1870’lerden 1.Dünya Savaşı’na kadar olan dönem) dönme arzusu olarak eklemesi Gil’i hayal kırıklığına uğratır çünkü Gil için altın çağ 1920’lerdir. Kafasındaki mükemmel kadın imajının hiçbir zaman gerçek olamayacağını anlayan “lirik” saplantılı Gil için Adriana’nın “Yazarların sorunu bu. Siz, hep kelimelerle dolusunuz; ben ise daha duygusalım.” sözleri son noktayı koyar.
“Olay şu ki nostalji inkar demektir, şimdiki acı veren zamanın inkarı”
Filmdeki bir diğer dikkat çekici nokta, ünlü isimlerle olan eğlenceli diyaloglar ve referanslardır. Geçmişe yolculuk yapan bir yazar için karşılaşılabilecek en muhteşem şey, şüphesiz ünlü sanatçı ve edebiyatçılarla tanışmaktır. Ünlü isimlerin kitaplarından ve mesleklerinden filme yansıyan bazı sahneler Woody Allen‘ın filme kattığı mizahı katlamıştır. Picasso (Marcial Di Fonzo Bo) , Dali (Adrien Brody), Gertrude Stein (Kathy Bates), Scott Fitzgerald (Tom Hiddleston) ve daha birçok karakteri filme serpiştiren yönetmen, öz güvensiz yazarımız Gil’in ısrarlı tavsiyesi üzerine ünlü El Angel Exterminador‘u çeken Luis Bunuel (Adrien de Van) sahnesiyle çoğu izleyicide tebessüm bırakmıştır.
Woody Allen, Paris’te Gece Yarısı’nı “Paris bir şenliktir.” diyen Ernest Hemingway’‘in sözlerini kanıtlar nitelikte eğlenceli ve romantik bir havada geçirmekte, filmin sonunda bu romantizme tavan yaptırmaktadır. Yönetmen, günümüzde yaşantısından mutlu ol(a)mayan insanlara, yaşamın bize verilen kısa süreli bir hediye olduğunu hatırlatır. Muhteşem olarak düşündüğümüz geçmişin yalnız düşlerdeki gerçeklik olması, nostaljinin gelecek için sakıncalar doğurduğu gerçeğini gün yüzüne çıkarmaktadır.
” -Çok üzgün görünüyorsun.
+Çünkü hayat çok gizemli.
-Yaşadığımız hayat böyle.”