ÖNERİLER

Vicdanın Karanlık Yükleri; Bir Zamanlar Anadolu’da

Hepimizin bir kara kutusu vardır; ruhunun derinlerinde sakladığı, çıkartmaktan korktuğu.

Kameranın Ardından Gülümseyen Kadınlar; Peki Şimdi Nereye? / Nadine Labaki

Sinema sektöründe kadın yönetmenlerin sesini artık daha fazla duymaya başlıyoruz. Keşke tarih boyunca her zaman böyle olsaydı; hikayelerini özgürce anlatabilselerdi. Ne yazık ki her...

Savaşın Ardında Bıraktığı İzler; Frantz

Savaş denildiğinde zaman; insanların kalplerinde bıraktığı enkazlar düşünüldüğünde aslında kazananı olmayan bir süreç olduğunu anlarız. İki taraftan biri galip gelecektir elbet fakat galip gelen...

Aşkın Karanlık Tarafı; Mon Roi

Aşk denildiği zaman hep güzel şeyler canlanır gözümüzün önünde. Pembeler ve kırmızılar atfederiz hatta uğruna. Bazıları için mutluluğu ve hayata atılan yeni bir adımı...

Sinemada Van Gogh Etkisi

Sanat tarihine verdiği etkinin yanı sıra; insanların kalbine dokunabilen nadir sanatçılardan biri Van Gogh. Hayata bakış açısı ve yaşadığı hayal kırıklıkları ile çekiyor kendine...

Babalar Gününe Özel Film Önerileri

“Baba” denildiği zaman herkesin aklına gelen anlam başkadır. Tarih boyunca her zaman karşımıza çıkan bu sıfata bambaşka anlamlar yükler dururuz. Bazıları için kutsallığı ve...

Korkunun Sanatsal Harmanı; The Wailing

Korku sinemasına elimizde olmadan ön yargıyla yaklaşır; aramıza duvarlar örer dururuz. Bazılarımız için bu duvarlar çok fazla gerilmenin verdiği etkidendir; bazıları içinse sırf korkutmak...

Edebiyatın Sinemaya Yansımasına Lirik Bir Örnek; Anna Karenina

Kitaplar; her bir sayfasında bambaşka bir dünyanın kapısını aralar bizler için. Her ne kadar hayal dünyası olsa da; kendi gerçekliğimizi buluruz içinde. Kendimizden, ruhumuzdan...

Modern Zamanın Yalnızlığı; Frances Ha

Hayatımız boyunca hayaller kurarız ve o hayalleri gerçekleştirmek için çabalar dururuz. Bazen olmayışlarını kabulleniriz ama içimizdeki o umuttan yine de kurtulamayız. Hayal deyince akıllara...

Kırık Kalpler Durağında İnecek Var; “Fallen Angels”

MUBI’nin Wong Kar-wai özel seçkisi olan “Aşk. Wong Kar-Wai Sineması” koleksiyonuyla birlikte; birbirinden özel filmleri tekrar izleme şansını bulduk. Emin olun ki; Wong Kar-Wai...

Aşkın Karanlık Tarafı; Mon Roi

Date

Aşk denildiği zaman hep güzel şeyler canlanır gözümüzün önünde. Pembeler ve kırmızılar atfederiz hatta uğruna. Bazıları için mutluluğu ve hayata atılan yeni bir adımı temsil eder. Tabi bazıları içinse; kavuşulamayan derin bir karanlığı. Ama bazen öyle bir hali vardır ki aşkın; kavuşmuş olsan bile hastalık yayan bir hücre gibi yavaş yavaş eritir acımadan. Evet, aşkın karanlık yüzüdür bu. Aydınlık ve huzur verir gibi gözüken ama sinsi bir şekilde insanı ele geçiren. Gerçekleri göremeyen körelmiş bir kalbin çırpınışı anlatan bu “karanlık aşk” sinemanın da en çok sevdiği konulardan biridir. Özellikle Fransa sinemasının lirikliğinde gözlemleriz bu durumu. Günümüz tabiriyle “toksik” ilişkilerin bir insan hayatını ne denli etkilediğini, aşama aşama izleriz. 1962 yapımı, François Truffaut yönetmenliğindeki Jules et Jim en güzel örneklerinden biridir. Burada aşk; üç genç insanın hayatını solduran bir metafor olarak karşımıza çıkar. Kısacası “aşk hastalığı” olarak.

Günümüz sinemasında da etkisini oldukça gördüğümüz bu “aşk hastalığının” en iyi örneklerinden biri kesinlike Mon Roi. My King adıyla da bilinen Mon Roi; birbirlerine tutkulu bir şekilde aşık olan bir çiftin, zaman geçtikçe yıpranan ve benliklerini yavaş yavaş kaybettikleri bir hayata sürüklenmesini anlatıyor. My King ismi aslında oldukça manidar bir anlam taşıyor. Buradaki My King kavramı; hayatına hükmeden bir hükümdar şeklinde yansıtılıyor. Bu sefer de aşk metaforu acımasız bir kralı temsil ediyor.

Yönetmen Maïwenn; Mon Roi’nin her bir sahnesinin ardında gizli bir hikaye sunuyor bizlere. Filmin bir felaket ile başlaması da, aslında bizlere ilerleyen her dakika için büyük bir spoiler veriyor ki; biz bunu en son fark ediyoruz. Film boyunca; dizini sakatlayan Tony’nin, hastane içerisinde iyileşene kadar geçen sürecini izliyoruz. Bu süreçte odasından denize uzun uzun baktığı her anda, geçmişinde yaşadığı aşkın küçük ayrıntılarını gösteriyor bize hatıra yoluyla yönetmen Maïwenn. Dizindeki acıyı aşkına benzeten Tony; dizi iyileştiğinde aşkının biteceği düşüncesine kapıldığı için sürekli dizindeki sakatlığın iyileşmesini engelliyor. Ruhsal olarak onu ele geçiren bu “aşk hastalığının” yavaş yavaş onun bedenine de zarar vermeye başladığını gözler önüne seriyor bu şekilde.

Filmin ilk anlarında “bu kadar da olmaz!” diyor izlerken insan. Ama hikaye ilerledikçe Tony’nin yaptığı hiçbir şeye şaşırmamaya başlıyoruz. Çünkü yönetmen Maïwenn; bu toksik ilişkiyi bize de normalleştirmeye başlıyor. Tıpkı bu çift gibi hayata bakmamızı istiyor. Onların penceresinden  bakıldığında her şeyin ne kadar normal gözüktüğünü; fakat dışarıdan bir gözle bakıldığında birbirilerine ölümden öte zarar veren iki kaybedilmiş ruhu görmemizi istiyor. Tabi bu hikayede en çok yıpranan Tony oluyor. Kariyerine, hayata bakışına ve duruşuna kadar her şeyi yavaş yavaş yitirmeye başlıyor. Bir kadının ruhunun çöküşüne tanık oluyoruz kısaca. En sonundaki o bakışı ve gülüşüyle de; tamamen teslim oluşunu açıkça izleyiciye kabullendiriyor Maïwenn. Zaten Emmanuelle Bercot bu rolüyle birlikte Cannes Film Festivalinde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazanıyor, sonuna kadar hak ederek.

Film içerisinde kullanılan müziklerin de etkisinin oldukça büyük olduğunu düşünüyorum. Bir film söz konusu olduğunda; soundtrack ile kurduğum bağ ne kadar fazlaysa, filmden de bir o kadar fazla etkilenirim. Mon Roi’de bu filmlerden biriydi benim için. Özellikle Son Lux’un Easy şarkısının hafızalara kazınan ve filmi asla unutturmayan bir etkisi var. Müzikleri ve sinematografisiyle birlikte; hissettirmek istediğini oldukça etkili bir şekilde aktarmayı başarıyor Mon Loi. Hayatın bize devamlı mutlu olarak kılmaya çalıştığı her gerçekliğin arkasında yatan karanlığı göstermek istercesine adeta. Fransa sinemasının duygusal acımasızlığını sonuna kadar yansıtan Mon Roi; kesinlikle izlenmeye değer bir film.