21 Temmuz’dan herkese merhaba!
Bugün sizinle sinema, edebiyat ve müziğe dair içeriklerimizi paylaşmak istedik. Keyifle okuyacağınızı umuyoruz.
Herkese iyi bayramlar!
EDEBİYAT
Hiçbiryer’e Dönüş
Zeynep Tuna
Oya Baydar’ın 1998 Yılında basılan kitabı Hiçbiryer’e Dönüş, yaklaşık 10 yıllık bir sürgün sürecinden sonra Türkiye’ye dönen isimsiz bir kadın karakteri merkeze koyar. 1980’de komünist olduğu için oğlu ve kocasıyla yurtdışına kaçan ana karakter, 1990’ların başında soğuk savaşın bitmesi ve komünizmin etkisini kaybetmesiyle, hep hayalini kurduğu gibi İstanbul’a geri döner. Ancak hayatı boyunca uğruna mücadele ettiği düşüncelerin çöküşünü gören kadın yeniden bir hayat kurmakta ve eski ilişkilerini devam ettirmekte zorlanır. Kitap bir olay anlatmaktan çok, karakterlerin hayatlarını adadıkları amacın yenilgisiyle yüzleşmeye çalışmalarını ve iç dünyalarını anlatır.
Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi’nden sonra 1964’te İstanbul Üniversitesi sosyoloji bölümünü bitiren Oya Baydar’ın siyasi görüşleri ve hayatı kitaptaki ana kadın karaktere çok benzerdir. 1971’deki askeri darbe sırasında sosyalist olduğu için tutuklanıp 1980 darbesi sırasında Almanya’ya giden yazar, 12 yıl orada kaldıktan sonra Türkiye’ye geri döner. Türkiye’nin ve dünyanın siyasi olayları ve Oya Baydar’ın içinden geçtiği bu süreçler, kitabın arka planını oluşturur.
Bununla beraber kitap, sosyalist bir yazar tarafından yazılmasına ve sosyalist bir ana karaktere yoğunlaşmasına rağmen doğrudan bu fikirle ilgili bir tartışma içermez. Okuyucu, ana karakterin hayatı boyunca gerçekleşeceğine inandığı ve hatta gerçekleşmesi için bütün hayatını buna adayarak mücadele ettiği devrimin artık bir ihtimal olmaktan uzaklaşması üzerine onun ne yapacağını, ne hissettiğini, nasıl devam edeceğini anlamaya çalışmasına şahit olur. İlk şaşkınlıktan sonra geçmişle bir hesaplaşma yaşayan kadın, zamanında beraber mücadele ettikleri insanlarla artık onları birbirlerine bağlayan bir şey kalmadığını hisseder ve sosyal ilişkileri bozulmaya başlar. Bir yandan da kadının iki eski erkek arkadaşı, kitabın başında bırakıp gittiği kocası ve biten arkadaşlıkları üzerinden bütün bu süreçte farklı olaylar yaşamış insanların kendi hayatlarını sorgulamaları da kitabın içinde yer alır. Türkiye’den kaçmayan ve eşi sorgu sırasında ölen bir arkadaşı, hayatlarının boşuna harcanıp harcanmadığını sorgular. Oğlu ölen eski sevgili, devam etmenin nasıl mümkün olduğunu düşünür. Kadının terk edilen kocası, hatalı olup olmadıklarını ve bundan sonra neye inanması gerektiğini anlamaya çalışır. Bütün karakterlerin ortak noktası bir çeşit yenilmişlik hissidir.
Bu yenilmişlik hissi ve hayat amacını kaybetmiş insanların hüznü kitabın tonunu belirler. Hayal kırıklıklarını anlatan Hiçbiryer’e Dönüş’ün okuyucuya verdiği hüzünlü ve melankolik his, geçmişin ve şimdiki zamanın beraber verilmesi ve hatta nerdeyse iç içe geçmesiyle desteklenir. Kitabın doğrusal olmayan bir zaman yapısı vardır. Olaylar baştan başlayıp sırayla anlatılmak yerine karakterler tarafından hatırlandıkça, yeri geldikçe anlatılır. Bir başka deyişle kitabın yap-boz bir yapısı vardır. Oya Baydar bunu şu şekilde ifade eder:
“Hiçbiryer’e Dönüş’ün bir yap-boz, yani bir puzzle olduğunu söyleyebilirim. Kitapta 15 bölüm var. Her biri ayrı ayrı, bağımsız da okunabilecek bölümler. Yerlerini istediğiniz gibi değiştirebilirsiniz. Belki, yine biçim kaygısıyla birinci bölümü yerinde bırakabilirsiniz. Ötekileri istediğiniz gibi dağıtın, sonra yeniden toplayın; fark etmez.”*
Kitabın genelinde anlatıcı birinci kişi olsa da bu kişinin kim olduğu değişir. Çoğunluğu isimsiz olan karakterlerin iç dünyalarını daha iyi anlatabilmek için zaman zaman değişen bakış açısı, isimsiz karakterleri birbirinden ayıran farklı yazı tipleri ile paralellik oluşturur.
Geneli günlük bir dille yazılmış olsa da edebi bir üslubu olan bu kitap, coğrafi olarak yaşadıkları yerlere ve beraber yaşadıkları insanlara dönseler de terk ettikleri yerlere ve hayatlara dönemeyen insanların iç yaşamlarını gösterir. Yazarının hayatına çok benzeyen bir karakteri kitabın merkezine koyarak, 70’ler, 80’ler ve 90’ların Türkiye’sinde yaşanan olayları, insanların hayatlarını ve duygusal gelişmelerini inceleyen bir romandır Hiçbiryer’e Dönüş. Yılmış ve kendini yenilmiş hisseden insanların yaşamı…
*Naci, Fethi. Yüz Yılın 100 Türk Romanı. İş Bankası Yayınları, 2. Baskı. s. 551
SİNEMA
Korkunun Sanatsal Harmanı; The Wailing
Aysu Mısır
Korku sinemasına elimizde olmadan ön yargıyla yaklaşır; aramıza duvarlar örer dururuz. Bazılarımız için bu duvarlar çok fazla gerilmenin verdiği etkidendir; bazıları içinse sırf korkutmak için yazılmış alt metni olmayan senaryolara duyulan öfkedir. Ben biraz daha ikinci seçenekten yana kullanıyorum oyumu. Çünkü korku filmleri genellikle benim için çok fazla bir şey ifade etmeyen ve arkadaş ortamında öylesine izlenen filmlerdir. Ama korku sinemasının öyle bir yüzü var ki; tüm bu dediklerimi yalanlarcasına kendini ön plana çıkartan etkisi konuşulmaya değer kesinlikle. Geçmişe baktığımız da aklımıza ilk Stanley Kubrick sineması gelir elbette. Özellikle The Shining bizlere; bir korku filminde verilmek istenen mesajın, istenildiği zaman nasıl da derinleştiğini adeta ders verir gibi anlatır. Daha çok günümüze geldiğimiz de ise; Ari Aster sineması yine bu konuda bir adım daha öndedir. Filmlerinde korku unsurlarının daima bir psikolojik alt metni vardır. Bunu bize direkt olarak göstermek istemez; oluşturduğu metaforların ve karakterlerin duygusal yansımalarının ardından anlatır; özellikle Midsommar bunun tipik bir örneğidir. Son olarak ise Suspiria ile korku sinemasına başka bir boyut getiren Luca Guadagnino’yu geçemeden edemeyeceğim çünkü kendisi yıllar önce popüler olmuş bir filmin korku ve sanatsal harmanını; Feminist bir bakış açısıyla birlikte oldukça iyi bir şekilde işlemeyi başardı. Daha çok örneği var elbette fakat bunlar benim aklımda yer etmiş bazı korku filmleri diyebilirim. Bu yazımda ise sizlere; bu konudan yola çıkarak, son zamanlarda izlediğim ve oldukça etkilendiğim bir korku filmi olan The Wailing üzerine bahsetmek istiyorum biraz.
2016 yapımı bir Güney Kore filmi olan The Wailing orijinal adıyla Goksung; yönetmen koltuğunda Na Hong-jin’in oturduğu oldukça sıra dışı öykü sarmalına sahip olan bir korku filmi. Asya sinemasının korku filmleri denildiği zaman açıkçası izlemeye cesaret gerektiren yapımlar olduğunu hepimiz biliriz. Özellikle Japon korku sinemasının ününü duymayan yoktur. Filmi ilk izlemeye başladığım anda da; aynı gerilimi hissettim. Fakat uzun süresine rağmen akıp giden oldukça sürükleyici bir filmdi. The Wailing aslında klasik bir konu gibi gözüken fakat altında oldukça derin mesajları barındıran bir film. Her şey o kadar klasik başlıyor ki; ıssız bir kasabaya musallat olan bir ruh, insanların ölümüne sebep oluyor. Bu ölümleri araştıran polisin de hayatının mahvoluşunu izlemeye başlıyoruz. Ama derinine inildiği zaman filmin basit bir korku filminden öte olduğunu; kötü ve iyilik çatışmasının ruhsal bir boyutunu izlediğimizi anlıyoruz. Ama filmin içerisinde kesin hatlarla verilmeyen bu olgu; 156 dakika boyunca bizleri kararsızlık çukuruna düşürüyor. Ve her insanın yaptığı gibi hatalar yapıyoruz, yanlışa güveniyoruz. The Wailing; aslında insanların acizliğini hissettiren ve gösteren bir film. Filmin sonunda ise gördüğümüz tüm insanların; aslında birer piyon olduğunu anlıyoruz. Yaşadıkları ve çektikleri acıların bir hiç olduğunu; ruhların arasındaki savaşlarda kaybeden tarafların ise daima insanların olduğunu hissettiriyor bizlere.
The Wailing; Güney Kore batıl inançlarından ve kültüründen beslenen bir yapıya sahip. Oldukça karışık gözüken senaryosu, bazı bilgileri öğrendiğimiz zaman bir anda çözülmeye başlıyor. Güney Kore inançlarında; her kasabayı koruyan bir ruhun olduğuna inanıyorlar. Böyle düşündüğümüzde ise filmin içerisinde iyi ve kötü ruhun amacını açıkça görmüş oluyoruz. Aslında kasabalara; onları koruyan iyi ruhları avlamaya gelen kötü ruhların bitmeyen savaşını ve bu savaş uğruna piyon gibi harcanan insanları izlediğimizi anlıyoruz. Filmin ilk sahnesinin bize aslında tüm filmin bir özetini sunduğunu, ancak her şeyi izledikten sonra fark ediyoruz. Elindeki oltayla balıkları sakince avlayan bir adamla başlıyor The Wailing; soğuk kanlılıkla amacı doğrultusunda ava çıkmış bir avcıyı gösterircesine.
Olayın ruhsal ve inanç boyutunun altında eleştirel bir yanı da var elbette. Na Hong-jin; Güney Kore tarihine, dini inançlara ve ırkçılığa yaptığı atıflar oldukça etkileyiciydi. Özellikle şeytan tasvirinin bir Japon olarak belirlemesi; iki devletin geçmişten gelen ilişkilerinin aslında kısa bir özeti niteliğindeydi. Kasaba halkının; kasabadaki Japonları hiçbir kanıtları olmadan kötü ruh olarak tanımlamaları ırkçılığa yapılan bir göndermeydi. Fakat Na Hong-jin; bu olaya ikinci bir bakış açısı da ekledi. Irkçılığa yaptığı eleştirinin yanında, Japon karakteri üzerinden, Japonya devletine karşı yaptığı bir hicivi hissetmek de mümkündü. Özellikle şeytanın Japon ve tacizci olması yönüyle ise; İkinci Dünya savaşında Japon askerlerin, Güney Koreli kadınlara karşı uyguladığı cinsel istismar olaylarına bir atıf niteliğindeydi. Tüm bunların yanı sıra dini eleştirel de ön plandaydı. Kötü olanı kovmak için dinlerin elinden bir şey gelmediğini gösterdi adeta. Hatta bir din insanının; dini kullanarak aslında kötülüğe hizmet ettiğini göstermesi de günümüze oldukça iyi bir göndermeydi. Filmin içerisinde tanrıların ve dinlerin hatta bilimin; gerçekleşecek olan kötülüğe karşı elleri ve kollarının bağlı olduğunu göstermeye çalışıyordu diyebilirim. Bu yönüyle bize; dünyada yaşanan kötülüklerin ve savaşların hiçbir gücün engel olamadığını; sonunda ise her zaman kötülerin kazandığını kanıtlar ister gibiydi Na Hong-jin.
The Wailing orijinal adıyla Goksung; hikayesi kadar sinematografisiyle de beni hayran bıraktığını itiraf etmeliyim. Gerilimi en iyi şekilde yansıtan soğuk mavi bir tonda izlediğimiz filme; Güney Kore’nin sürekli yağışlı olan havası eklenince de gerilimin dozu oldukça arttı. The Wailing; aslında bir yönetmenlik harikası eşsiz bir eser. Sahne geçişlerinin yaratığı ambiyanstan, karakterlerin zihin ve ruhuna yaptığımız yolculuğa kadar her şey taktire şayandı. Ayrıca; Şaman’ın ruh çıkarma sahnesi aklıma oldukça yer etti ki, filmi her duyduğumda gözümde canlanacağından eminim. Hayatımda ilk kez bir filmde ruh çıkarma sahnesini; böyle sanatsal bir perspektiften izleme şansını yakaladım, muazzamdı. Gerçekçi olduğu kadar kurgusunun kalitesiyle bir zıtlık yaratıp; gerçeklikten yavaş yavaş uzaklaşarak, kafamızı allak bullak eden The Wailing; kesinlikle izlenmeye değer bir yapım.
MÜZİK
Kadebostany İle Müzik ve Yaratıcılık Üzerine
Yiğitcan Genç
En aktif müzisyenlerden birisiniz Yoğun konser takviminizin ardından pandemi nedeniyle evlerimize kapanmak zorunda kalınca neler hissettiniz?
Bu durumu “Pandemi küreseldir, herkes etkilenir.” felsefesiyle ele almaya çalıştım. Ancak dürüst olmam gerekirse, 10 yıldır devam ettiğim uluslararası turların ardından bu molayı vermek güzeldi.
Bu dönemi nasıl geçirdiniz, yaratıcı kalmayı nasıl başardınız?
Bu zamanı yeni şarkılar yazmak ve KADEBOSTANY TV kanalım için yeni bölümler oluşturarak geçirdim. Film yazmak gibi yeni hobileri de denediğim oldu.
Uzun zamandır Türkiye’de konserler veriyorsunuz. Aynı zamanda Barış Demirel gibi Türk müzisyenlerle de çalışmalarınızı dinleme fırsatımız oldu. Bu ülke ve müziği hakkında neler söylemek istersiniz?
Türkiye’ye oldukça fazla seyahat ettim ve bu ülkeyle özel bir ilişkim olduğu doğru. Bu ülkede kendimi iyi hissediyorum, kültürel çeşitliliğini ve özellikle de Türk müziğini seviyorum. Pek çok geleneği ve moderniteyi karıştırmanız hoşuma gidiyor. Bu kavramı çok önemli buluyorum ve aynısını müziğimde de yapmaya çalışıyorum.
Castle In The Snow, Save Me, Baby I’m OK, Crazy In Love… Neredeyse tüm çalışmalarınızla büyük bir ilgi toplamayı başardınız. Kadebostany’nin bu başarıları yakalamasındaki en büyük etken ne oldu?
Birkaç elementin bir kombinasyonu diyelim… Azim, en iyi olduğuna inanmadan en iyi olmayı istemek, çok çalışmak ve biraz da şans.
Canlı performanslarınızda hazırladığınız özel kostümlerinizin yanı sıra video mapping, led neon ışıklar ve çeşitli efektlere de yer vererek görsel bir şov oluşturuyorsunuz. Sizi dinleyenlerde ne gibi hisler uyandırmak istiyorsunuz?
Benim için müzik kendimi ifade etmenin en iyi yolu. Kendimi bırakıp yeni dünyalar yaratmayı ve izleyicileri kendi dünyama götürerek, günlük hayatlarından kaçmalarına yardım etmeye, onları hayatı farklı bir şekilde görmeye itme fikrini seviyorum.
Geçtiğimiz aylarda Valeria Stoica ile birlikte “Take Me To The Moon” isimli yeni bir single’ı dinleyicilerinizle buluşturdunuz. Bu projenin detaylarından bahsetmek ister misiniz ve bu şarkıdan sonraki müzikal geleceğiniz ve planlarınız ne yönde ilerleyecek?
Valeria Stoica ile bir müzik partneri aracılığıyla tanıştım ve bana onun müziklerini dinlememi tavsiye etti. Valeria’nın sesine ve dünyasına âşık oldum ve onu İsviçre’deki kayıt stüdyoma davet ettim. Kısa bir çalışmanın ardından TAKE ME MOON şarkısını yazdık. İsviçre’deki ilk karantinadan 3 gün önceydi. Şarkının fikri daha iyi bir dünya için dünyayı terk eden birinin hikayesini anlatmaktı ve bunu başardığımızı düşünüyorum.
Kendi müzik hayatımda ise, her zaman dramatik tarafını barındıran daha yüksek tempolu ve daha pozitif şarkılara doğru ilerlediğimi hissediyorum. Ben buna “Gülümsemeyle ağlamak” hissi diyorum. Amacım, kitlesel bir çekiciliğe sahip sofistike bir müzik yaratmak. Şarkılarımın zamansız bir görünüme sahip olmasına rağmen modern bir dokunuşa sahip olması hoşuma gidiyor. Zamansız melankolik ama bir umut dokunuşu olan ve dinlediğinizde dans edebileceğiniz şarkılar.
Peki Kadebostany bu aralar ne dinliyor, ilham aldığınız müzisyenler kimler?
Müzik dinlemek benim için bir takıntı. Bu sıralar dinlediğim şarkılardan; Coco Rosie-Noah’s Ark, Serge Gainsbourg-Histoire de mélodie Nelson, Badbadnotgood-IV albümlerini söyleyebilirim.