İsviçreli pop grubu Kadebostany, kendi yarattıkları hayali ülkelerinde nasıl isterlerse öyle yaşadıklarını ve isteyen herkesin de burada yaşayabileceğini söylüyor. Müziklerinin üretiminde de aynı özgürlüğü savunan ve sınırları reddeden grubun kurucusu, kendi deyimiyle Kadebostany Cumhuriyeti’nin başkanı Guillaume De Kadebostany ile keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
En aktif müzisyenlerden birisiniz Yoğun konser takviminizin ardından pandemi nedeniyle evlerimize kapanmak zorunda kalınca neler hissettiniz?
Bu durumu “Pandemi küreseldir, herkes etkilenir.” felsefesiyle ele almaya çalıştım. Ancak dürüst olmam gerekirse, 10 yıldır devam ettiğim uluslararası turların ardından bu molayı vermek güzeldi.
Bu dönemi nasıl geçirdiniz, yaratıcı kalmayı nasıl başardınız?
Bu zamanı yeni şarkılar yazmak ve KADEBOSTANY TV kanalım için yeni bölümler oluşturarak geçirdim. Film yazmak gibi yeni hobileri de denediğim oldu.
Uzun zamandır Türkiye’de konserler veriyorsunuz. Aynı zamanda Barış Demirel gibi Türk müzisyenlerle de çalışmalarınızı dinleme fırsatımız oldu. Bu ülke ve müziği hakkında neler söylemek istersiniz?
Türkiye’ye oldukça fazla seyahat ettim ve bu ülkeyle özel bir ilişkim olduğu doğru. Bu ülkede kendimi iyi hissediyorum, kültürel çeşitliliğini ve özellikle de Türk müziğini seviyorum. Pek çok geleneği ve moderniteyi karıştırmanız hoşuma gidiyor. Bu kavramı çok önemli buluyorum ve aynısını müziğimde de yapmaya çalışıyorum.
Castle In The Snow, Save Me, Baby I’m OK, Crazy In Love… Neredeyse tüm çalışmalarınızla büyük bir ilgi toplamayı başardınız. Kadebostany’nin bu başarıları yakalamasındaki en büyük etken ne oldu?
Birkaç elementin bir kombinasyonu diyelim… Azim, en iyi olduğuna inanmadan en iyi olmayı istemek, çok çalışmak ve biraz da şans.
Canlı performanslarınızda hazırladığınız özel kostümlerinizin yanı sıra video mapping, led neon ışıklar ve çeşitli efektlere de yer vererek görsel bir şov oluşturuyorsunuz. Sizi dinleyenlerde ne gibi hisler uyandırmak istiyorsunuz?
Benim için müzik kendimi ifade etmenin en iyi yolu. Kendimi bırakıp yeni dünyalar yaratmayı ve izleyicileri kendi dünyama götürerek, günlük hayatlarından kaçmalarına yardım etmeye, onları hayatı farklı bir şekilde görmeye itme fikrini seviyorum.
Geçtiğimiz aylarda Valeria Stoica ile birlikte “Take Me To The Moon” isimli yeni bir single’ı dinleyicilerinizle buluşturdunuz. Bu projenin detaylarından bahsetmek ister misiniz ve bu şarkıdan sonraki müzikal geleceğiniz ve planlarınız ne yönde ilerleyecek?
Valeria Stoica ile bir müzik partneri aracılığıyla tanıştım ve bana onun müziklerini dinlememi tavsiye etti. Valeria’nın sesine ve dünyasına âşık oldum ve onu İsviçre’deki kayıt stüdyoma davet ettim. Kısa bir çalışmanın ardından TAKE ME MOON şarkısını yazdık. İsviçre’deki ilk karantinadan 3 gün önceydi. Şarkının fikri daha iyi bir dünya için dünyayı terk eden birinin hikayesini anlatmaktı ve bunu başardığımızı düşünüyorum.
Kendi müzik hayatımda ise, her zaman dramatik tarafını barındıran daha yüksek tempolu ve daha pozitif şarkılara doğru ilerlediğimi hissediyorum. Ben buna “Gülümsemeyle ağlamak” hissi diyorum. Amacım, kitlesel bir çekiciliğe sahip sofistike bir müzik yaratmak. Şarkılarımın zamansız bir görünüme sahip olmasına rağmen modern bir dokunuşa sahip olması hoşuma gidiyor. Zamansız melankolik ama bir umut dokunuşu olan ve dinlediğinizde dans edebileceğiniz şarkılar.
Peki Kadebostany bu aralar ne dinliyor, ilham aldığınız müzisyenler kimler?
Müzik dinlemek benim için bir takıntı. Bu sıralar dinlediğim şarkılardan; Coco Rosie-Noah’s Ark, Serge Gainsbourg-Histoire de mélodie Nelson, Badbadnotgood-IV albümlerini söyleyebilirim.