Ekonomi dünyası 2018’den beri Türkiye’nin kur politikasına yaklaşımını konuşuyor. Hayat pahalılığının gözle görülür artması ile beraber bu tartışmalar artık vatandaşın da dikkatini çekmiş vaziyette. Halkın %72’si Merkez Bankası’nın bağımsızlığına dair şüphe duyuyor ve iktidar partisi seçmenin ciddi bir kısmı da bu yönergeye katılıyor. Dolayısıyla, her ne kadar bu söylem çeşitli hukuki kaynaklara, kurumun ve iktidarın söylemine ve uluslararası konjonktüre aykırı olsa da TC Merkez Bankası’nın en hafif tabirle iktidarın politikalarını çok ciddi biçimde benimsediği ifade edilebilir. Peki bu politikalar ne?
İktidar partisi olan Ak Parti ve iktidar ortağı Milliyetçi Hareket Partisi, düşük ve “rekabetçi” Türk lirasının uluslararası imalat ve lojistik arenasında Türkiye’yi öne çıkaracağını öngörüyor. Başarılı olacağı iddia edilen sistem, aşağıdaki prensiplere dayanıyor:
- Bir şekilde sermayeye erişimi olan kişiler ve kurumlar ya ellerindeki sermayeyle ya da bu sermayeyi teminat göstererek (düşük faiz oranları ile) çektikleri kredi sayesinde bir işletme kuruyor.
- Bu işletme, Avrupa’ya göre astronomik boyutlarda ucuzlamış iş gücü ve arsa/taşınmaz imkanlarına erişiyor.
- Bu işletme, mal üretiyor.
- Bu işletme, bu malları dış pazara satıp dolar/avro kazanıyor, bu kazancını Türk lirasına dönüştürüp Türkiye’de değerlendiriyor.
Peki, enflasyon – faiz – kur sarmalı nasıl işliyor? Yani ideal bir dünyada düşük faiz ve rekabetçi kur, enflasyonu nasıl düşürebilir?
- Türkiye’de yürütülen imalat faaliyetlerinin kârlılığının yabancı yatırımcı tarafından fark edilmesi ve Türkiye’de fabrika, imalathane açarak bu faaliyetlere girişmesi hedefleniyor.
- Bu sayede Türkiye’ye yabancı imalat şirketleri tarafından dolar/avro girişi olması ve bu durumun da kuru istenilen bir seviyede tutması planlanıyor.
Bu ajandanın neden işe yaramayacağını veya (az da olsa) yarayabileceğini açıklayan ve tartışan onlarca ekonomist mevcut, bu tartışmalar o kaynaklardan takip edilebilir. Yine de belirtmek gerekir ki, Türkiye için en önemli engellerin arasında sanayide ara girdilerin ithal olması ve tarım, hayvancılıkta dışa bağımlılık olduğu sık kabul edilen görüşler. Fakat bu sistemi benimsemenin iktidar partisi için bir takım politik avantajları da bulunacağı tahmin ediliyor.
Organik ve İnorganik Bağlar
İhracata dayalı ekonomi sisteminin politik faydaları ise şu şekilde özetlenebilir:
- Sistemin merkezinde Türkiye sanayisinin yoğun bir üretim gerçekleştireceği ve ürettiği malları dış pazara satması bulunuyor. Satımların kur ile olacağını hatırlamak gerek. Dolayısıyla bu sistemin, sermayesi olan grupların kur bazında önemli boyutlarda kâr etmesini sağlayacağı düşünülüyor.
- İhracata dayalı bir ekonomide sermaye sahipleri dışındaki grupların önemli haklara ve imtiyazlara sahip olmayacağı beklenebilir. Çalışan sınıfın fakirleşmesinin ve sınıflar arası geçişkenliğin zorlaşmasının kaçınılmaz olduğu bir gerçek.
- Fakat gerek kişisel gerek hukuki ilişkilerle sermaye sahiplerinden destek/vergi alan iktidar, emekçi sınıfına devlet bütçesinden yardımlarla ve hibelerle destek olabilir.
- Yani, hedefler doğrultusunda sonuç alındığında ortaya iktidarın politikaları sayesinde zenginleşmiş bir orta-üst sınıf ve iktidarın maddi desteği ile hayatına asgari düzeyde devam eden bir emekçi sınıf çıkıyor.
Bu durumun da, orta sınıf haricindeki tüm sınıfların kitleler halinde iktidara muhalefet seviyesini yok etmese bile azaltacağı öngörülüyor. Yani iktidarla inorganik (ekonomi politikaları sayesinde zenginleşen) veya organik (doğrudan destek alan) ilişkisi olan sınıfların memnuniyetinin artması hedefleniyor.