Novo // Haziran III


Haftanın Gelişmeleri /////////


*Ferrari, 52 tasarımdan oluşan ilk moda koleksiyonunu Maranello’da bulunan genel merkezinde gerçekleştirdiği defile ile görücüye çıkardı. Dolce & Gabbana ve Giorgio Armani’de çalışmalarda bulunan Rocco Iannone tarafından tasarlanan bu ilk Ferrari moda koleksiyonu, ilhamını ise motor tutkunu markanın mirasından alıyor.


*Meryl Streep, Anne Hathaway ve The Devil Wears Prada oyuncuları filmin 15. yıl dönümü için bir araya geldi. Entertainment Weekly’nin Temmuz sayısı için filmin 15. yıl dönümü öncesinde yeniden bir araya gelen yıldızlar, çekim deneyimlerini ve hit filmin zamansız kültürel mesajını yansıtıyor.  Ayrıca yapımcılar, The Devil Wears Prada müzikali üzerinde de çalıştıklarını müjdeledi.


*Lüks moda markası Burberry, 2040 yılına kadar iklim açısından pozitif olma sözü vererek bunu yapan ilk lüks marka oldu. Genişletilmiş tedarik zinciri genelinde emisyonları 2030 yılına kadar yüzde 46 oranında azaltmayı ve kendi karbon yolculuklarını iyileştirme konusunda desteklemeyi taahhüt eden marka, ayrıca BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine ulaşmak için birlikte çalışan bir grup küresel moda organizasyonu olan Fashion Avengers’a da desteğini duyurdu. Konu hakkında açıklama yapan Burberry CEO’su Maco Gobbetti; “Şirket olarak, dünyada iyilik için bir güç olma tutkumuzla birleştik. Sürdürülebilirliğe olan bağlılığımızı güçlendirerek, gelecek nesiller için gezegenimizin korunmasına yardım etmede daha da ileri gidiyoruz.” ifadelerini kullandı.


*Wes Anderson’ın merakla beklediğimiz filmi The French Dispatch’in soundtrack listesi açıklandı. Bu yaz 6-21 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşecek 74. Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yapmaya hazırlanan The French Dispatch, kurgusal bir 20. yüzyıl Fransız şehrinde filmle aynı ismi taşıyan bir Amerikan dergisinin son sayısı için biriktirdiği çeşitli hikayeleri izleyiciye sunacak. Fantastic Mr. Fox’tan beri Anderson ile her filminde çalışan Alexander Desplat’ın bir kez daha sorumlusu olduğu albümde Grace Jones, Ennio Morricone, Jarvis Cocker, Chantal Goya gibi isimlerin şarkılar yer alıyor. Şarkıların isimlerine bakarak sahneler üzerine tahmin yürütmenin de mümkün olduğu film hakkında konuşan Desplat, The French Dispatch’i yönetmenin bugüne kadarki en büyük ve en heyecan verici işi olarak tanımlıyor.


Yazarlar/////////Sinema


BABALAR GÜNÜNE ÖZEL FİLM ÖNERİLERİ

Aysu Mısır

“Baba” denildiği zaman herkesin aklına gelen anlam başkadır. Tarih boyunca her zaman karşımıza çıkan bu sıfata bambaşka anlamlar yükler dururuz. Bazıları için kutsallığı ve korkuyu temsil eder, bazıları için ise mutluluğu. Babayla kurulan bağ, kavrama yüklenilen anlamı değiştirir ve bize yaşanmışlıkların bir yansımasını gösterir. Mesela benim için gurur, şans ve mutluluğu temsil ederken; bir başkası için hayal kırıklığı olabilir. Sadece kan bağı olması da gerekli değildir elbette bunun için; önemli olan hissettirilen duygular ve sevgi için verilen emektir.

Sadece düşüncelerde kalmaz tabi bu kavram; sinema tarihini de oldukça etkiler. “Baba ve çocuk” temalı filmler oldukça karşımıza çıkmıştır; bazen iyi, bazen de kötü şekilde. Star Wars evreninde; “Luke, I am your father” repliğini asla unutmayız mesela. Ya da Al Pacino’yu görünce aklımıza direk Baba gelir ama tabii daha farklı bir baba..The Shining’de, Kubrick bize bir babayı korku figürü olarak anlatır. Ama tam tersi bir şekilde Roberto Benigni bizi; Life is Beautiful’da savaşın karanlık yüzünün ardından sevgisiyle aydınlatan bir baba ile karşılar. Anlatmak istediğim şu ki; sinemanın da kafası karışıktır bu konuda. Sadece bir sıfata; ne kadar çok anlam yüklemişiz, öyle değil mi? Dinsel kutsallıktan, ailevi bir bireye kadar. Babalar Gününe özel olarak bugün sizlere çok fazla bilinmeseler de; baba-çocuk ilişkisi konusunda beni oldukça etkileyen bazı filmlerden bahsedeceğim biraz. Tüm babaların; Babalar Günü kutlu olsun!

Captain Fantastic

Matt Ross tarafından yazıp, yönetilen 2016 yapımı Captain Fantastic; eşini kaybeden bir adamın, çocuklarıyla birlikte annelerinin cenaze törenine kadarki süreçte yaşadıklarını anlatan ilginç bir yapım. Böyle denildiği zaman kulağa oldukça dramatik geliyor fakat film kesinlikle öyle değil. Elbette; duygularını vermeye çalıştığı bir dram alt metni var ama filmin anlatmak istedikleri oldukça farklı. Hayat mücadelesine karşı, oldukça güçlü bireyler yetiştirmeye çalışan ve farklı metotlar kullanan bir babanın; çocuklarını hayattan korumaya çalışırken aslında onları gerçeklikten tamamen soyutlamasını ve bu soyutlanmadan sonra hayata adapte olmakta zorluk çeken çocukların alışma süreçlerini izlediğimiz, düşündürürken ayrıca eğlendiren de bir film diyebilirim.

So – Won (Hope)

2013 yapımı, Lee Joon-ik yönetmenliğinde bir Güney Kore yapımı olan film; bir baba ve kızın arasındaki derin bağı en gerçekçi şekilde hissedebileceğimiz nadir yapımlardan biri. Cinsel saldırıya uğrayan küçük kızını; tekrar hayata döndürmeye çalışan bir babanın hikayesini izliyoruz. Gerçek sevginin, fedakârlığın yanı sıra adaletsizliği de buram buram hissettiren bir hikaye. Oldukça duygusal olan bu yapım; benim gibi ağlayamayan bir insanı bile ağlatmayı başarmıştı. Bana göre sinema tarihinin en özel babalarından birini anlatan, oldukça duygusal bir film.

Cinema Paradiso

Sinema klasiklerinin arasında yer alan 1988 yapımı bir İtalyan filmi olan Cinema Paradiso’nun yönetmen koltuğunda ünlü yönetmen Giuseppe Tornatore oturuyor. Cinema Paradiso aslında baba-çocuk ikilemesinden beslenen bir film değil. Fakat sinema makinistti Alfredo ve küçük Salvatore arasındaki arkadaşlık bağının derinliği bu listeye girmesi için yeterli geldi bana. Çünkü dediğim gibi; “babalık” kavramı için kan bağına ihtiyacın olmadığını; ihtiyaç olan tek şeyin kusursuz kurulan bir sevgi bağı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden Alfredo ve Salvatore arasındaki bağ; en özel baba – çocuk hikayelerinden biri olmuştur benim için.

The Killing of a Sacred Deer

Yorgos Lanthimos’un 2017 yılında gösterime sunduğu gerilim filmi olan The Killing of a Sacred Deer; içinde asıl anlatmak istenilen “baba” karakterinin olmamasına rağmen; bu denli şiddetli bir şekilde baba-oğul bağını izleyiciye hissettiren nadir filmlerden biri. Mitolojik bir hikayenin modern uyarlamasını izlediğimiz filmde; bir çocuğun, babasının ölümünden sorumlu tuttuğu doktorundan intikam almasını ilginç bir olay örgüsüyle birlikte izliyoruz. Ölmüş olmasına rağmen bir babanın; çocuğun ruhunda bıraktığı izleriyle birlikte; sürekli babasına benzemeye çalışan bir çocuğun ise adeta bir hayalet babaya karşı verdiği kutsal bir savaşı gözler önüne seriyor. Kutsallık, hayatta kalma mücadelesi ve aile bağlarının sorgulandığı enfes yapımlardan biri olan The Killing of a Sacred Deer; benim için baba kavramını hançer gibi anlatan en dikkat çekici yapımlardan biri.

Still Walking

Hirokazu Kore-eda tarafından yönetilen 2008 yapımı bir Japon filmi Still Walking; yıllar önce çocuklarını kaybetmiş bir ailenin, aslında dağılmakta olan ama toparlamaya çalıştıkları derin bağlarını anlatan bir aile draması. Bu ailenin sadece bir gününe tanık olmamıza rağmen; onları derin bir şekilde hissediyoruz. Özellikle; çocuklarına fazla sevgi göstermeyen, otoriter bir baba figürü dikkatimizi çekiyor. Çocuklarının mesleklerinden, hayatlarında aldıkları kararlara kadar kontrol etmeye çalışan bir baba yüzünden; aileden kopan ve özgüvenini kaybeden bir diğer çocuğun hissettiklerini de izliyoruz bir yandan. Daha sonra ise bu çocuğun büyüyüp yıllar sonra evlendiği kadının; önceki eşinden olan çocuğuna karşı, verdiği sevgiyi gördüğümüzde aslında kendi çocuğu olmamasına rağmen, babasının tam tersine onu nasıl değerli bir şekilde yetiştirdiğine tanık oluyoruz. Kendi yaşadıklarını bir başka çocuğa yaşatmaktan çekinen bu baba figürü yine bize; kan bağının bir önemi olmadığını tekrar gösteriyor. Kaybettikten sonra anlaşılan değerler ve verilip de tutulamayan sözlerin ağırlığını; naif bir şekilde anlatıp, şiir gibi işleyen film Still Walking; izlenmeye değer yapımlardan biri kesinlikle.

Hotel by the River

En değerli yönetmenlerimden biri olan Hong Sang-soo’nun, az diyalogla çok fazla şey anlattığı filmlerinden biri olan Hotel by the River; yönetmenin diğer yapımlarında olduğu gibi, hayal ve kalp kırıklarının gözlere vuran bir yansımasını hissettiriyor tekrar bizlere. Bu seferki kırıklığın sebebi ise; çocuklarını küçük yaşta terk eden bir babanın pişmanlığının lirik bir yansıması. Artık olgun olan çocuklarının ise; hayatlarının her anlarından, yaptıkları seçimlere kadar babalarının terk edişlerinin ağırlığından, ruhlarının ezilip kalmasını oldukça gerçekçi bir şekilde anlatıyor izleyiciye. Soğuk ama bir o kadar da özlem dolu olan nadir kavuşmalardan birini görebildiğimiz bu film; baba-çocuk arasındaki bağın karakter gelişiminde derin izler bıraktığını ve yaşanılan her hayal kırıklığının ardından, terkedilişin nasıl da yansıdığını açıkça izleyiciye aktarıyor. Yaşanması gerekilen ama doğru zamanda hissedilmeyen duyguları ve geç kalınmışlıklarını; 50 yaşındaki insanların, babalarından gelen bir oyuncak ayı hediyesine bakıp ağladıkları sahnede en net şekilde bizlere göstermeyi başarıyor yönetmen Hong Sang-soo, her zamanki gibi.

O kadar çok film var ki; baba ve çocuk arasındaki derin bağı, sevgiyi bazen de nefreti anlatan.. Herkesin favorileri elbet farklıdır; daha popüler filmler gelir hemen aklımıza böyle bir tema denildiği zaman. Fakat kıyıda köşede kalmış, keşfedilmeyi bekleyen hazineleri de unutmamak gerekiyor bana göre. Bunlar şimdilik aklıma gelen yapımlar; daha farklı temalarda, daha derin hazineleri çıkaracağımın sözünü veriyorum buradan sizlere.

Şimdilik hoşça kalın ve daima sinemayla kalın!

Novo'da Geri Sar...