93. Akademi ödülleri Pazar gecesi sahiplerini buldu. Birbirinden iddialı filmlerin yarıştığı, pandemiye rağmen dolu dolu geçen bir sinema yılı karşıladı bizleri. Kendi adıma söylemeliyim ki; sinema konusunda oldukça tatmin olduğum bir yıldı. Oscar ödüllerine aday olan birçok film ve performans favorilerim arasına girmiş olmasıyla, ödül törenini de büyük bir heyecanla takip ettim. O zaman gelin kazanılan bazı ödülleri ve bu yıla damga vuran aday filmler hakkında biraz konuşalım;
En İyi Senaryo Ödülü; Promising Young Woman filmiyle Emerald Fennell’e gitmiş oldu. Kendisi aynı zamanda filmin yönetmenliğini de üstlenmekte. Filme geldiğimizde; bu yıl kendini duyuran ve ön plana çıkan filmlerden biriydi. Anlatmak istediklerini ve kendini ifade etmeyi başarabildiğini düşünüyorum elbet; fakat benim için bu yılın en zayıf filmlerinden biriydi. Zayıf bir kurguya sahip olmasının yanında alışılmış, tahmin edilebilir ve anlaşılması kolay olan bir senaryoya sahip olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle de aldığı ödüle şaşırdım diyebilirim. Carey Mulligan’ın performansıyla ve filmin içinde bulunan bazı diyalogların gerçekçiliği ve eleştirel bakış açısıyla birlikte ancak film ayakta durmayı başarmış gibi görünüyor. Aynı zamanda Carey Mulligan da En İyi Kadın Oyuncu adaylarından biriydi fakat kazanamadı.
En İyi Ses ve En İyi Kurgu ödüllerine kavuşan Sound of Metal bu yılın; en damga vuran ve farkındalık kazandıran filmlerinden biriydi. Benim en büyük favorilerimden olan Sound of Metal; aslında geceden daha fazla ödülle ayrılabilirdi. En azından Riz Ahmed’in olağanüstü performansının ödülle sonuçlanacağını düşünüyordum. Fakat film istenilen her şeyi vermeyi zaten başardı; derinliği ve insanları empati kurmaya teşvik etmesiyle gönüllere taht kurdu. Özellikle filmin oldukça başarılı olan ses kurgusunun da bu konuda etkisi büyük. Filmin fazlasıyla sesli başlayan ilk sahnesinden sonra, başrol karakterinin yavaş yavaş duyma duyusunu kaybetmesiyle birlikte; azalmaya başlayan sesler filmin etkisini arttırmayı ve hikâyenin hissiyatını seyirciye mükemmel bir şekilde işlemeyi başardı.
En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödülünü ise Minari filmindeki müthiş performansıyla, Güney Koreli oyuncu Yuh-Jung Youn aldı. Törende yaptığı sempatik konuşması ve heyecanını hissettiren minnettarlığı ödül törenindeki en güzel anlardan biriydi. Usta oyuncunun ödüle kavuşmasını sağlayan film Minari ise yine favoriler arasındaydı. Kültürel bir çatışmayı içten ve derin bir şekilde ele almasının yanında, birbirine sıkıca kenetlenen, kendi içinde de yaşadığı sevgi ve çatışmayla; yeni bir kültüre alışmaya çalışan, aynı zamanda kendi özünü kaybetmekten korkan bir Güney Koreli ailenin hikayesini severek izledik. İster istemez geçen senenin favorisi olan Parasite ile karşılaştırıldı ki, bu durum filmin biraz da olsa gölgelenmesine neden oldu. Ancak Minari, Parasite gibi bir şaheser ile karşılaştırılmanın verdiği olumsuz etkiye rağmen geceden ödülsüz bir şekilde ayrılmadı.
Judas and the Black Messiah ise Akademi’nin bu yıl en iddialı politik filmlerinden biriydi. Black Panther partisinin liderinin genç yaşta öldürülmesini konu alan filmde; oyunculuk performansları da ön plandaydı ki zaten filmdeki Fred Hampton rolü Daniel Kaluuya’ya En İyi Yardımcı Erkek Oyucu ödülünü getirmeyi başardı. Filmin kendi içinde olan derin ve sesli haykırışı, ödül töreninde de devam etti. Film aynı zamanda En İyi Orijinal Şarkı ödülüne de sahip oldu. Diğer bir politik film olan The Trial of the Chicago 7, geceden eli boş dönen filmlerden biriydi. İki film aslında birbirine benzeyen eşitlik temalarına sahip olsa da isim seçimindeki akıl oyunu ve sinematografisinin başarısıyla bence de Judas and the Black Messiah çok daha iyiydi. The Trial of the Chicago 7’nin; kullanılan diyaloglar ve sahnelerinin klasikliği sebebiyle aslında yıllardır gördüğümüz Akademi filmlerinden kendini çok fazla sıyıramadığı için istenilen ilgiyi alamadığını düşünüyorum.
Yılın en merakla beklenen ve benim için de özel bir yeri olan Mank ise hak ettiği gibi En İyi Görüntü Yönetmenliği ödülüne sahip oldu. Bunun yanı sıra; En İyi Yapım Tasarımı ödülünü de başarılarına ekledi. David Fincher imzasını taşıyan Mank’in; kesinlikle benim gibi Citizen Kane hayranı olan sinemaseverlerde her zaman ayrı bir yeri olacağına eminim. Mank ile birlikte; Citizen Kane filminin ve Charles Foster Kane karakterinin aslında sıradan bir kurgu olmadığını; dönemin hem sinema hem politika açısından adeta yürüyen bir temsilcisi olduğunu gördük. Bu durum filme daha farklı anlamlar yüklenmesini sağladı. Bu sene bir sinema dersi vermeye başaran Mank; oyuncularının performanslarıyla da göz doldurdu. Özellikle Garry Oldman bir kez daha, beyaz perdede devleşmeyi başardı. Ancak En İyi Erkek Oyuncu ödülünü; The Father rolündeki performansıyla Anthony Hopkins’e kaptırdı. The Father ise bu yılın benim için en sürpriz olan filmlerinden biriydi. Alzheimer hastası bir insanın; zihninde çıkılan bu yolculuk hem ürküttü hem de bu hastalığa karşı empati duyulmasını sağladı. Bu ilginç ve gerçekçi senaryosuyla da, En İyi Uyarlama Senaryo Oscarı’nı hak ederek kazanmış oldu.
Hem tüm yılın hem de Oscar gecesinin ödüllerini silip süpüren, benim için de en değerli filmlerden biri olmayı başaran Nomadland hakkında konuşalım biraz. En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini kazanarak geceye damga vurdu. Chloé Zhao, En İyi Yönetmen ödülünü kazanan ilk Asyalı Kadın olmayı da başardı. Nomadland sadece bir film değil; duyguların bir yansımasıydı. Hissetirdikleri çok derindi; izleyen her insanın kendinden bir şeyler bulabileceği, gerçek hayatı yansıtan bir filmdi. Ardımızda bırakamadıklarımızı, kalbimize gömdüklerimizi ve her şeye rağmen yaşam mücadelesini bırakamadığımız o yanımızı; yani kısacası kalbimizin bir yansımasını sundu bizlere Chloé Zhao. Frances McDormand’ın sadece oynamadığı adeta karakteri yaşadığı performansıyla da anlatmak istediklerini ve duygularını izleyiciye fazlasıyla hissetirmeyi başardı. Nomadland; sadece bu yılın değil, sinema tarihinde en özel filmlerden biri olmayı başardı sinemaseverlerin gözünde.