Sanat tarihine verdiği etkinin yanı sıra; insanların kalbine dokunabilen nadir sanatçılardan biri Van Gogh. Hayata bakış açısı ve yaşadığı hayal kırıklıkları ile çekiyor kendine adeta bir büyü gibi. Her eserine baktığımda yoğun duygular hissediyorum. Düşüncelerini paylaşmaya ve onu anlamaya çalışmaktan kendimi alamıyorum. Bu şekilde içimizden biri olmuş gibi adeta; yaşayan ve daima hayatın bir köşesinde var olan. Diğer ressamların; kendileriyle severleri arasında ördüğü duvarları yıkıyoruz Van Gogh ile birlikte. Bazen en yakın arkadaşımız olabiliyor çizdiği bir badem ağacıyla ya da güneş gibi parlayan ayçiçeklerin yansımalarıyla.
Yani dediğim o ki, Van Gogh ve eserleri bir sanat eserinden öte; duygularımızın birer yansımasını hissettiriyor. Ve bu durum onu daha da özel kılıyor. Hikayesini bu denli bilmesek ve onunla görünmez bir bağ kurmasak, yine de aynı şeyleri hisseder miydik diye soruyorum kendime. Cevabı verilmesi zor bir soru fakat düşündüğümde; Yıldızlı Gece tablosunu her gördüğümde yine başım döner ve kalbim tutulurdu, buna eminim.
Bu kadar dikkat çekici bir hayat hikayesine ve ölümsüz eserlere sahip olmasıyla birlikte sinemanın da dikkatini çekmeyi başarıyor Van Gogh. Birçok filme başrol olmuş eserleri ve hikayesi. Kardeşiyle mektupları, arkadaşı Paul ile ilişkileri ve yapayalnız kaldığı o küçük oda.. Hastane penceresinde gözlemlediği ve hasret duyduğu yıldızlardan yaptığı Yıldızlı Gece; yeğenine duyduğu sevgiyle hayata karşı umut duyduğu badem ağaçları.. Aslında başlı başına bir filmi hatırlatıyor bizlere. Her bir fırça darbesiyle birlikte anlattığı tüm filmleri; en iyi şekilde yönetiyor, hem de ustalıkla. Kendi hayatının filmi yarım kalıyor, bu acımasız dünya perdesinde. Dünya perdesinde hangimizin hikayesi hak ettiği değeri görüyor ki, o da meçhul ya zaten.
Loving Vincent; sinema tarihinin görüp görebileceği en değerli filmlerden biri olarak kazınıyor sinemaseverlerin hafızasına. 100’ün üzerinde ressam, Van Gogh’un en değerli tablolarından yola çıkarak bir filmi elleriyle yapıyor. Evet, ellerindeki fırçalarla birlikte bir sinema filmini hayata geçiriyorlar. Van Gogh’un kendi hikayesini sakladığı resimlerinde artık hiçbir sır olmadan açıkça izliyoruz. En güzel yanı da; tablolarda geçen her karakteri canlanmış bir şekilde görebilmek yani; Van Gogh’un hayatına ortak olabilmek. Soundtrack’i öyle derinden etkiliyor ki insanı; sanki Amsterdam’da, Van Gogh müzesinde gezerken bir anda kaybolup onun dünyasına adım atmışız ve gerçekliği kaybetmiş gibi hissettiriyor. Daha fazla acı çekmesin diye ona sarılmak geliyor içimden, her bir dakikasında. Ama bu ancak düşlerde gerçekleşiyor. Van Gogh daima düşlerimde kurtuluyor. Onun elini ancak düşlerimde tutabiliyorum, asla bırakmadan…
At Eternity Gate’de ise Van Gogh; tabloların ötesinde Willem Dafoe ile canlı bir şekilde karşılıyor izleyiciyi. Kanlı canlı bir şekilde; sesini duyarak tanık oluyoruz bu sefer hayatına. Ölümünden hemen önce yaşadığı yalnızlığı ve çaresizliği hissettirmeye çalışıyor yönetmen Julian Schnabel bizlere. Van Gogh’un sessiz çığlıklarını duymamızı istiyor. Sessiz çığlıklarına dayanamayıp kulağını kesen Van Gogh’un; kulakları olmamızı istiyor. Elimizi uzatıp kurtarmaya çalışsak da yine film perdesinde ve eserlerinin arasında kalıyor çaresizce. Eminim ki; onun eserleri hayatımızın daima bir parçası olmaya devam edecek. Yaşadığımız her mutluluk ve acıda kendimizi bulacağız onunla usanmadan. O karmaşık fırça darbelerinin içinden hissedeceğiz Van Gogh’u ve düşlerimizde olsa bile yine de kurtaracağız. Ona yakışmayan bu karanlık dünyayı eserleriyle aydınlatacağız. Yeter ki sanat daima var olsun..