Eğer son haftalarda haberlere şöyle bir baktıysanız, Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı en sonunda onayladığını ve 2053’e kadar karbon nötr olma hedefini açıkladığını duymuşsunuzdur. Hatta bu bağlamda Çevre ve Şehircilik Bakanlığının adı da Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına çevrildi. Peki bu karar neden bu kadar uzun sürdü ve neden Türkiye yıllarca dünyaya rezil oldu?
Paris Anlaşması, 2015 yılında her sene düzenli organize edilen uluslararası BM İklim Konferansı’nda neredeyse dünyadaki bütün ülkeler tarafından imzalandı ve yarattığı uzlaşı ortamı ile tarihe geçti. İmzacı ülkeler küresel ısınmayı en fazla 2℃’de sınırlamayı ve ısınmayı 1,5℃’de tutmak için de ellerinden geleni yapacaklarını taahhüt etti. Bunu başarabilmek için her ülke belirlenmiş hedeflerini açıkladı. Böylece en zengin ülkeler karbon salınımlarını ciddi oranda azaltma sözü verirken gelişmekte olan ülkeler ise daha orantılı bir şekilde “salınımları çok artırmama” sözleri verdi. Peki ya Türkiye?
Biz anlaşmayı 2015’de imzaladık ama bu aya kadar TBMM’de onaylamadık. Eski ABD Başkanı Trump, 2016’da seçildikten sonra ABD’yi Paris Anlaşması’ndan çıkardığı için Türkiye’nin bu durumu uluslararası kamuoyunda çok da sırıtmıyordu. Fakat, Joe Biden’ın ışık hızıyla Paris’e tekrar dahil olmasıyla dünyanın gözleri bize çevrilmişti. Tüm ülkelerin Paris hedefleri beş senede bir yenilemeleri gerekiyor. Geçen sene pandemi yüzünden yapılamayan Paris’in beşinci yıl dönümü toplantısı (COP 26), bu kasımda İskoçya’da yapılacak. Oraya Türkiye’nin eli boş gitmesi diplomatik olarak kabul edilemezdi.
Türkiye’nin Paris’i onaylamamasının gerçek sebebi ise… Tahmin ettiğiniz gibi: para! 1992 yılında BM’nin İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi imzalandığında Türkiye, uyarılara rağmen kendini gelişmiş ülke olarak tanımladı. Daha sonra bu hatadan dönüp kendine gelişmiş ama zengin olmayan ülke gibi bir sıfat verebildi. Fakat, gelişmiş ülkelerin her yıl içine 100 milyar dolar para akıtacakları Yeşil İklim Fonu’nu Türkiye bu yüzden alamıyordu. Yani Paris Anlaşmasını imzalamamaktaki esas sebebimiz bu fonlara talip olmaktı. Reuters’ın son haberine göre ise şu an Dünya Bankası, Almanya ve Fransa, iklim mücadelesi için Türkiye’ye 3,1 milyar avro kredi vermeyi planlıyor. Yani Paris’e yaklaşımdaki bu ani değişikliğin sebebi muhtemelen kapalı kapılar ardında yürütülen bu fon pazarlığı.
Hikâyenin buraya kadar olan kısmı aslında çok da kötü değil. Sıkıntılı olan esas mesele bizim beş yıl boyunca inatla kabul etmediğimiz anlaşma için verdiğimiz vaatler. 2015’te Türkiye o kadar acınası bir ulusal hedef belirledi ki kılımızı bile kıpırdatmadan bu hedefi yakaladık bile.
Paris’te Türkiye, 2030 yılında karbon salınımlarının normalde olması beklenenden %21 daha az olacağının taahhüt etti. Birçok ülke net bir şekilde salınımlarını azaltacak iken, Türkiye açık açık salınım artıracağını, ama çok da artırmayacağını açıkladı. Böyle bir vaadin işlevsel olabilmesi için referans tahmininizin (baseline) çok başarılı olması gerekiyor. Fakat Türkiye, 1990-2012 yılları arasındaki büyümeyi örnek alıp projeksiyonlarını, tabiri caizse, hormonlu yaptı. Gerçekte ise son yıllarda yaşanan ekonomik krizle beraber Türkiye hem ekonomik olarak hem de karbon salınımı açısından çok büyümedi. Yukarıdaki grafikten de görebileceğiniz üzere şimdi Türkiye arkasına yaslanıp otursa bile Paris hedeflerini yakalayabilecek.
Ulusal taahhütlerimizin sıkıntılı olmasının farklı sebepleri de var. Mesela Türkiye’nin BM’ye sunduğu beş sayfalık belgeyi bile okuduğunuzda problemler karşınıza çıkıyor. Örneğin Türkiye, bu aksiyon planının 2021’den itibaren uygulanacağını açıklıyor ama imzanın atıldığı 2015’ten itibaren emisyon azaltıyor gibi gösteriliyor. Ayrıca, ulaşım başlığı altında “yeni tüneller açılması” bir iklim değişikliğiyle mücadele planı gibi sunuluyor. Öte yandan plan, 2030’a kadar 10 GW güneş ve 16 GW rüzgar enerjisi kurulumu öngörüyor. Oysa Eylül 2021 itibarıyla kurulu gücümüz güneşte 7,5 GW’a ve rüzgarda 10 GW’a ulaştı bile.
Paris hedeflerimiz ve yolculuğumuz bilimsel açıdan çok sıkıntılı olsa bile itiraf edelim ki 2053 net sıfır hedefimiz de bir o kadar iddialı. Sonuçta İngiltere ve AB ülkeleri sadece 2050’de net sıfır olmayı planlıyor. Peki o zaman şu soruyu sormamız gerekiyor: Her sene salınımlarını azaltan İngiltere ancak 2050’de net sıfır olabilecekse, şu ana kadar sadece salınım artıran Türkiye nasıl olacak da 2053’e kadar aynı hedefe ulaşacak? Acaba Türkiye, bir hatadan dönelim derken yine kantarın topuzunu kaçırıp ulaşılması imkansız bir vaat mi verdi? Şahsi kanaatim en azından şu anlık durumun böyle olduğu. Fakat önümüzdeki beş yılda çok farklı bir yönetim anlayışı ve Türkiye vizyonu ile bu hedefe yaklaşmak mümkün. Ama rotamız hiç de günlük güneşlik olmayacak gibi.